Jînda Zekioğlu
(GAZETE DUVAR 18 Ekim Pazar 2020)
1955 yılı, İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde bir Fransızca öğretmeni Midyatlı olduğunu öğrendiği genci sınıfa takdim eder, “İşte bir dağlı… Ama üzerindeki bu zarif ceket de nereden?” Hoca, Midyat’ın dağ değil kent olduğunu bilmiyor olacak ki, ceketin ve içindeki gencin zerafeti kendisini şaşırtmış.
O ceketin içindeki ‘dağlı’ Yavuz Önen, varlıklı, şehirli bir Kürt ailesinin Midyat’ta koca bir konakta Süryanice, Arapça, Kürtçe ve Türkçe’yle büyümüş, İstanbul ve Paris’te mimarlık okurken 68 Kuşağı olmayı bizzat teneffüs etmiş, gerektiğinde barikatlardan geri durmamış ama sözünü de her daim siyaseten söylemiş bir politikacı. Türkiye sol hareketlerinin içindeki Kürt sesini duyurmaya çabalamış, kariyerini ‘insan hakları savunuculuğu’na kırmış, kendi kuşağının önemli isimlerinden birisi Yavuz Önen.
82 yaşında, tüm hayatını kaleme aldığı kitabı 'Hayatı Sevdim', Dipnot Kitap’tan yeni çıktı. Kitabı okur okumaz, sohbet ettik.
Önen, kitabıyla sadece kendi hayatını değil Türkiye’nin yakın tarihini, sosyal, politik ve kültürel olarak ele almış; aile ilişkilerinden, mücadele saflarına, yakın tarihin önemli isimleri Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan ile anılarını da bizzat kendi kaleminden okuyucuya aktarmış.
Kürtçe, Türkçe, Süryanice, Arapça konuşulan bir evde siz kendinizi bir tek kimliğe ait hissettiniz mi? Neydi o?
Midyat’taki evde çok dilli bir ortamda sosyal çeşitliliğin farkındaydım. Anımsadığım en belirgin fark Müslüman olanlarla olmayanlar arasındaydı. Süryanilere Kürtler Fılleh-Hıristiyan derdi. Ezidiler de Kürt olmalarına rağmen inançları nedeniyle ötekiydi. Ancak bu farklar baskın ve tek bir kimlik aidiyeti duygusu yaratmadı bende. Çok kültürlü ortamın oluşturduğu bir kimlik hissettim. Unutmadığım iki anı aidiyetime dair bir fikir verebilir. Bir gün Kefre köyünden bize misafir olarak gelen teyze oğlu Derbas Çetin ile Nail ağabey güreşe tutuştular. Ağabeyimin çelmesiyle yere devrilen Derbas ‘ev xapa bajariya-bu kentli hilesidir’, diyerek çelmeye öfkesini ve itirazını dile getirdi. Akrabalar arasında bile Gundi-Bajari, Köylü-Şehirli olma durumunu fark ettim. Köyde yaşayan kuzenime göre ben şehirliydim. İkinci anı ev dışından. Bir gün sokakta oynarken bir nedenle kavgaya tutuştuğum Süryani arkadaşım ‘babamın hatırı için’ bana el kaldırmayacağını söyleyince bir fark hissettim. Ben hatırlı bir aileye mensuptum.
38 doğumlusunuz. Kocaman bir ailede, kuzenler halalar teyzeler ile büyüdünüz. Güzel hatırlıyorsunuz belli ki o günleri, acısı tatlısıyla değişen ne var bugün Mardin'de, bu aile yapılarında sizce? Sizin özlemle hatırladığınız o günler yaşanıyor mu bugün de sizce?
Büyük aile yapısı içinde dede, nine, anne, baba, çocuklar ve torunlarla bir arada olma halimiz bir zaman dilimi içinde yok oldu. Sürekli göç ederek aile parçalara ayrıldı ve doğup büyüdüğümüz topraklardan uzaklarda yaşamaya başladık. Bu durum Kefre’de, Findık’te, İloz’da yaşayan akrabalarımız için de geçerli. Büyük çoğunluğu halen İstanbul’da yaşıyor. Ezidi ve Süryani’lerin Midyat’tan ve bölgeden tamamen yok olmasıyla da yaşadığım ortam daha da küçüldü, fakirleşti. Çocukluk döneminin yaşam ortamı kalmadı. Ancak bazı akrabalarım yaşamına bu ortamda devam ediyor. Devlet baskısına rağmen özgün yaşam biçimlerini korumaya çalıştıklarını da halen görüyorum. Hayat devam ediyor.
'50’LERİN İSTANBUL’UNDA KİMLİK SORUNU YAŞAMADIM'
Sizin aile büyükleriniz Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl kurulduğuna şahit oldu. 'Vatan' denince akla ne geliyordu?
Çocukluk dönemini anlatırken göreli bir barış dönemini de anlatmış oldum. Bu dönemde siyasi konularda temkinliydi insanlar. Evimizde de vatan düşüncesi üzerinden bir sohbet ya da tartışma hatırlamıyorum.
İstanbul'a göç kendi kimliğinizi daha iyi tanımanızı sağladı mı? 50’ler, 60'larda İstanbul'a göçen bir Midyatlı… Haydarpaşa'daki öğretmeninizin tanımıyla 'dağlı'dan öteye bir şeye tekabül ediyor muydu?
Fransızca öğretmenimin beni bir dağlı olarak nitelemesi benim hafızamda yer etti. Dört yıl boyunca eğitim gördüğüm Haydarpaşa Lisesi’nde öğretmenlerimin, sınıf arkadaşlarımın bir yabancı ya da öteki olduğuma dair hiçbir davranışı olmadı. Bir kimlik sorunu yaşamadım. İstanbul’daki yeni ortamın büyüdüğüm topraklara olan özlemimi unutturmadığını söyleyebilirim.
Sizi insan hakları mücadelesine sürükleyen süreçte, başat rolü kime/neye verirsiniz?
Politik kimliğimi, çocukluk hafızamda yer etmiş olan anılar, mimarlık eğitimi süresince edindiğim bilgiler, 68 devrimci hareketinin coşkusu, üçüncü dünya ülkelerinin bağımsızlık savaşları, Marksist öğreti ve dünya ve Türkiye sosyalist hareketleri oluşturdu. Bu kimlikle insan hakları mücadelesi sürecinde Kürt halkının maruz kaldığı hak ihlallerini ve Kürt meselesini gündemin en önemli konusu saydım.
Kitapta anlattığınız 6-7 Eylül olaylarının da tanığı oldunuz. 17 yaşında Kürt bir lise öğrencisinin zihninde; talan, şiddet, zorbalık, tecavüzler, yağma, göçe zorlanan Rum aileler nasıl ve neye tekabül ediyordu?
İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısı, tarihi kimliği Midyat ve Mardin’de olduğu gibi özgündü çeşitliydi. 6-7 Eylül olaylarında şiddete maruz kalan gayrimüslimler Ezidilere ve Kürtlerin Fille kelimesiyle tanımladıkları Süryanilere tekâbül ediyordu. İstanbul’un çok kültürlü yapısını çok benimsemiş sevmiştim. Farklı kimliklere sahip insanların zarar görmesine bu nedenlerle tepki gösterdim.
'ŞİMDİ ‘AH O ESKİ İSTANBUL’ DİYENLERİ DAHA İYİ ANLIYORUM'
Karaca Tiyatrosu'nda Cibali Karakolu'nu izlemiş, Hilton Oteli'nde mimarlık fakültesinin çay partilerine katılmış, bir yanıyla 'o eski İstanbul'u yakalamış birisiniz. Bugünle karşılaştırdığınızda aynı devletin o günlerini daha mı masum buluyorsunuz?
Fiziki çevreler, insan yaşamında çok önemli bir yer tutar. Bir ülkenin siyasi iklimi ne olursa olsun insanlar yaşadıkları köyün, kasabanın, kentin izleri ve anılarıyla yaşar. Gençlik döneminde yaşadığım İstanbul günleri bana ait günlerdi, devlete ait değil. İstanbul’un ranta kurban edilmiş tarihi semtleri, yok edilmiş mahalle yaşamı, iskana açılarak tahrip edilmiş ormanları, yok edilmiş kent içi yeşil alanları, kirletilmiş su kaynakları için ‘Ah o eski İstanbul’ derim doğrusu. Her yerleşmenin kendine özgü bir kimliğe sahip olmasını isterim. Günümüz kentleşme anlayışı ise Türkiye halklarını asimile ederek Hanefi Müslüman ve Türkleştirerek tek tip insan yaratma politikasına paraleldir. Kentlerde de tek tipleştirme ve kimliksizleştirme süreci son yirmi yılda daha da hızlandı. Günümüzde sanat yaşamı, sinema, tiyatro büyük baskı altındadır. Bu gelişmeye tepki olarak çok büyük tahribata uğramış İstanbul için de sanat ortamı için de ‘Ah o eski İstanbul’ diyenleri anlıyorum.
27 Mayıs'ı da öğrencilik yıllarınızda yaşadınız. 'Kürtlerin cephesinde' 27 Mayıs'ın biraz daha farklı yaşandığını tarif etmişsiniz. Nedir o fark?
Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı Kürdistan’a, Cumhuriyet döneminden itibaren sömürge yönetimi anlayışıyla ekonomik sosyal ve kültürel ambargo uygulanmaktadır. Kürtler de potansiyel tehlike ve suçlu muamelesi görmektedir. Darbeci faşist generallerinin sergilediği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt varlığını inkâr etmesi ve bu varlığı kendi toprak bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak görmesi farklıdır. Sopayı sürekli elde tutma ve şiddetli denetimi eksik etmeme politikasıdır bu. Bu uygulama bir ana, 12 Eylül darbe anına mahsus da değildir.
'FRANSA’DAKİ 68 HAREKETİNDEN SONRA DEMOKRATİK ÜLKE ALGIM DEĞİŞTİ'
Kitabın aksiyon dolu anları ise su gibi akıyor. 68 Kuşağı dünyanın her yerinde ayak seslerini duyururken siz de o rüzgarına kapılarak politikleşiyorsunuz. Paris sokaklarından, barikatlarına derken ruh halinizi 'resmi tarihle yüzleşme' olarak açıklıyorsunuz. Fırtına bir hayat açıkçası. Bu yüzleşmede hangi tabular yıkıldı sizde?
Fransa’daki 68 hareketi kısa bir süre içinde sınıfsal bir nitelik kazandı ve bir toplumsal bilinçlenme sıçramasına neden oldu. Bu tüm dünya halklarında da bir bilinç sıçraması yarattı. Bende de gelişmiş demokratik ülke algısı değişti. Kapitalizmin metropol ülkelerinden birinde kapitalizmin sömürü mekanizmasının uluslararası özelliğini ve hegemonyasını fark ettim. İkinci önemli etkilenme, gençlik döneminde devletin biçimlendirdiği düşüncelerimde oldu. 68 ayaklanması süresi içinde Paris’te izlediğim tartışmalar dinlediğim konuşmalar da yalnızca sınıfsal çelişkileri değil çalışma hayatının aileyi nasıl etkilediği, kadının nasıl ikincil konumda hak sahibi olduğunu da gördüm, öğrendim. Kitapta anlattığım bir sohbette muhatap olduğum sorudan sonra 1915 Ermeni tehciri ve soykırımı konusunda resmi öğretiyi aşmam gerektiğini fark ettim.
'ÇAYAN, GEZMİŞ, ASLAN VE İNAN YAŞASAYDI, BUGÜNE ÇOK ETKİLERİ OLACAKTI'
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan; Kızıldere Katliamı, kayıplarınız, hücrede geçen 20 ay... Bunların her birinin, her kişinin derin izleri var sizde. Bu insanlar bugün yaşasalardı, politik duruşları nasıl olurdu sizce?
Türkiye’nin 60’lı, 70’li yıllarının devrimci gençleri, dünyadaki 68 hareketinden bağımsız olarak ve Marksist ideolojiyle mücehhez olarak sahneye çıktılar. Onlar dünyadaki 68 ayaklanmasının farkındaydılar ancak bu hareketin sonucu değillerdi. İdeolojik ve politik düzeyi yüksek bir kadro oluşturdular. Bu gençler dünya jandarması ABD’nin yönetiminde kontrgerilla savaşı stratejisi çerçevesinde planlı olarak keskin nişancıların ve komando adı verilen faşist çetelerin ve TSK’nin hedefi oldular. Bu yok etme kararı bu gençlerin kurulu düzene karşı gelecekte de ciddi bir tehlike ve tehdit oluşturduğu görüşüne dayanır. İsimlerini saydığınız lider isimlerin yaşamaları halinde döneklik etmeyecek bir karaktere sahip oldukları, günümüzde de kararlı ve etkili olabilecekleri düşüncesine sahibim.
80 darbesinin ardından yaşanan hak ihlallerini, katliamları gördünüz. Bir yalnızlaşma süreci olarak tarif ettiğiniz duygunuz neydi? Bu duyguda yalnız mıydınız sizce?
80 Askeri Darbesi süreci 70’li yıllardan başlayan bir süreç oldu. Devletin sol düşünceye ve solculara karşı yok etme girişimleri ve bu amaçla cinayet işlemesi sol cenahta bir korku bir geri çekilme hâli yaratmadı. Ancak 12 Eylül’de devletin tüm örgütleri dağıtması siyasi sendikal hareketi yürüten kadroları cezaevine kapatması durumuna karşı tedbirde bir eksiklik oldu.
Peki neydi sizi umutsuzluğa ve yalnızlığa iten?
Sudan çıkmış balık durumuna düştü sol hareket hem de tümüyle. Örgütsüzlük, çaresizlik ve umutsuzluk yarattı. Yalnız kalma dediğim bu durumun tarifidir.
'İHD BİR TOPLUMSAL SOLUKLANMA HAREKETİDİR'
İnsan Hakları Derneği sanırım şunca politik kürsü arasında en çok iş üretmiş, yol almış, el uzatmış, ses duyurmuş kanaldı. İHD'nin dün olduğu gibi bugün de muhalefetteki yeri büyük. Kuruluş yıllarında tahmin etmiş miydiniz İHD'nin bunca mazluma ses olabileceğini?
İnsan Hakları Derneği’nin kuruluş aşamasında geleceğimizin ne olacağına ya da bizi bekleyen tehlikelerin neler olacağına dair bir gündemimiz olmadı. Temel hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı uzun bir dönemden sonra toplumsal soluklanma ihtiyacına bir çare bir yoldu İHD. Hak savunucularının örgütü oldu. Kürt meselesinin silahlı bir mecrada da uç vermesinden sonra baskılar arttı, ağır bedeller de ödendi. 14 yöneticisi ve birçok üyesi öldürüldü. Can verilmiş bir alanı, bir örgütü yani İHD’yi ayakta tutan, bu mücadele geleneği ve ödenmiş bu bedellerdir. İhlaller bugün de devam ettiği için bedel ödemeyi göze alarak mücadelesine devam etmektedir. İHD mazluma ses olma amacıyla kuruldu zaten.
90lı yılların Kürt illerinde, politik olarak atılmayan hangi adımlar, eksik kalan siyasi tavırlar oldu sizce? Türkiye solu, 90'larda yaşananlara yeterli tavrı göstermiş midir?
90’lı yıllar Kürt siyasi hareketinin partileşme yıllarıdır. Devletin tüm yasaklama, öldürme, kapatma girişimlerine rağmen bana göre siyasi önderler gerekli adımları attı. Bu dönemde Kürt halkı da sivil siyaset yapma kararlılığını gösterdi, bu alanı terk etmedi ve yüksek düzeyde politikleşti. Bu cenahta ben bir eksiklikten ziyade bir başarı görüyorum. Kürdistan’daki katliama zorla göç ettirme karşısında tavır almada Türkiye solu tek bloktan ibaret değildi. Bugün Halkların Demokratik Partisi (HDP) bileşeni olan sol partilere mensup olanlar gerekli tavrı göstermiştir. Bunun dışında kalan, sizin nitelemenizle Türkiye solu, Kürt meselesinden sürekli uzak duran bir tavır sergiledi.
'DEMOKRATİK TÜRKİYE TALEBİ ÖNCELİKLİDİR'
Kürtler açısından yeri doldurulamaz kayıplar yaşandı. Ve benzerleri de yaşanmaya devam ediyor. Uzun süren bu savaşın nihayetinde bizi ne bekliyor dersiniz? Somut biçimlerle açıklayacak olursak, Kürtlerin 'insani yaşam hakkı' mücadelesinin hedefinde sizce ne olmalı? Demokratik Türkiye mi? Kendi kendini yöneten Kürtler mi?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, zamana yaydığı politikasıyla Kürt halkını dağlarından, yaylalarından, ovalarından, toprağından genel bir deyişle kültür ortamından söküp batıya ve yurt dışına doğru göçe zorladı. Savaş halini bu politikasına gerekçe yaptı. Devlet, günümüzde de Türkiye siyasi hareketi içinde yer tutmaya iktidar alternatifi olma konumuna doğru yol almaya başlayan HDP’yi saf dışı bırakma politikası güdüyor. HDP yönetimi üyeleri ve destek veren sosyal katmanlarla bu gidişe tüm gücüyle karşı durmaktadır, direnmektedir. Bu direniş demokratik rejimlerde kullanılan bir haktır. Demokratik Türkiye talebi bu nedenle günceldir önceliklidir.
82 yaşındasınız, her şeyi, acısı tatlısı ile kana kana yaşamışsınız. Film gibi bir hayat. İçinizde aklınızda kalan, şunu şöyle yapmalıydım dediğiniz, ya da iyi ki zamanında şunu yapmışım dediğiniz neler var?
Yaşamım boyunca ağır bedel ödediğim kararlarım dâhil hiçbir kararımdan pişman değilim. Tüm girişimlerimi bilinçle yaptım. Fiziki ve sosyal çevreyi insanları sevdim. Kitabımın adı bu nedenle 'Hayatı Sevdim' oldu. Hayal ettiğim düşündüğüm bir yaşamın bir düzenin kurulmasına da tanıklık etmek isterdim doğrusu. Ancak, bir elimle yumruk diğer elimin parmaklarıyla zafer işareti yaparak “Bir gün mutlaka!” diyorum.