Özlem Küçük
Kuzey İrlandalı yazar Adrian McKinty’nin Ulster Kraliyet Polis Teşkilatı (RUC) cinayet masası dedektifi Sean Duffy serisinin 2012’de çıkan üçüncü kitabı Yarınsız Ülke, İbrahim Yıldız’ın nitelikli çevirisi ve Dipnot Yayınları etiketiyle polisiye okurların beğenisine sunuldu. McKinty, aldığı ödüller ve İrlanda’nın politik ve sosyal karmaşa yıllarını anlatan serilerinin yanı sıra 2019’da kaleme aldığı romanı Zincir’le de büyük ses getirmişti.
Genel olarak Protestan olan Kuzey İrlanda halkı, siyasi tarihte “Birlikçiler” olarak anılmış ve kendisini Birleşik Krallığın bir parçası olarak görmüştür. Buna karşılık Katolik ve milliyetçi olan “Cumhuriyetçi” kesim ise İrlanda’nın İngiltere’den bağımsız, ayrı bir ülke olması gerektiğini savunmuştur. 1960’ın sonundan 90’lı yıllara kadar süren, tarihe Kuzey İrlanda Sorunu olarak geçen dönem, yoğun terör saldırıları, grevler ve kaosa sahne olmuştur. 1969’da kurulan IRA (İrlanda Cumhuriyet), tarihe Kanlı Pazar olarak geçen olaylardan sonra 1972’de milliyetçilerin katılımıyla iyice güçlenip İngiltere’yi hedef alan kanlı eylemler düzenlemiştir. Romanın başkahramanı Sean Duffy, işte böyle bir ortamda, 1972’de henüz çok gençken, IRA’da sözü geçen ve oldukça aktif görev alan okul arkadaşı Dermot McCann’e örgüte katılmak istediğini söylemiş ancak Dermot çeşitli bahanelerle Sean’ı reddetmiştir. Bu durumda Sean, yoluna RUC’ta polis olarak devam etmeye karar vermiş, bir zamanlar arkadaş olan bu ikilinin yolları keskin bir çizgiyle ayrılmıştır. Zira bundan sonra verecekleri mücadele, İrlanda’nın içinde bulunduğu politik ve sosyal kargaşada taban tabana zıttır. Roman işte tam da bu ayrımın sona ereceğini ve bu ikilinin kaderlerinin tekrar kesişeceğini anladığımız gün, 25 Eylül 1983’te başlar. İngiltere’de Thatcher’ın iktidara gelişinden bir süre sonra IRA eylemcisi Dermot McCann ile bir grup bombacı ve katil arkadaşı, Maze hapishanesinden firar eder. Sinemaların bomba ihbarlarıyla sık sık boşaltıldığı bir şehirde, ölümün sürekli kol gezdiği sokaklarda asayişi sağlamaya çalışan, sınır devriyesi yaparken her an bir keskin nişancıya hedef olma riskiyle burun buruna, her sabah kahvesini içtikten sonra arabasının altında civa düzenekli bomba kontrolü yapan ve, “Bugün bomba var mı?” diye soran komşu çocuklarına kısaca, “Bugün bomba yok,” deyip işe giden, rütbesi indirilmiş, sevgilisi tarafından terk edilmiş, müziğe, içkiye ve uyuşturucuya düşkün, polisleri olmasa da işini olabildiğince ciddiye alan bir adamdır Dedektif Duffy.
Adrian McKinty, 1984 sonunda başlayıp 1985 sonunda biten hikâyede, polisiye janrının hem Kara Roman hem de Altın Çağ öğelerini ustalıkla kullanmış, çift olay örgüsüyle bir yandan bildiğimiz en basit haliyle “kapalı oda” cinayetine odaklanırken öbür yandan hikâyenin ana eksenini oluşturan firari bombacının takibini de heyecanı sürekli artırarak aktarmayı başarmış. Kaza olarak değerlendirilip yıllar önce kapanmış bir köy cinayetinin çözümü, büyük ve kanlı bir eylem hazırlığındaki IRA eylemcisine ulaşmak için basamak olabilir pekâlâ. Altın Çağ olarak adlandırılan polisiye türünün neredeyse bütün özelliklerini, bu şüpheli ölüm vakasının soruşturmasında, olabilecek en gösterişli haliyle görebiliriz. Klasik bir kapalı oda cinayetinden şüphelenen kahramanımız, Poe’dan Leroux’ya, Christie’den Collins’e okuduğu klasik polisiye külliyatındaki teorileri bir bir test eder. Öyle ki başarıya ulaşmanın en muhtemel anahtarı olan bu vaka, söz konusu romanlarda kullanılmış bütün öğelere sahiptir. İşlenmesi imkânsız görünen bir cinayet, ortaya çıkarılması pek güç bir cinayet sebebi, olmazsa olmaz vasiyet ve miras mevzusu, önemsiz gözüken ve tesadüfen öğrenilen küçük bir hırsızlık, olayın gerçekleştiği saatlerde tanıkları olan şüpheliler ve başından beri çok iyi rol yapan canavar bir katil...
Olay yeri ve cürumun işleniş şekli kadar vakanın çözüm metodu da tam bir Altın Çağ polisiyesine yakışır şekilde, bütün delillerin toplanması ve müthiş bir muhakemeyle sağlam bir argümana ulaşılıp suçlunun ağzından alınan bir itiraftan başka bir şey değildir. Bu noktadan sonra hikâye farklı ivme kazanır, ümitler azalırken gelen bir ihbarla IRA’nın en tehlikeli militanlarından Dermot McCann’in olası saklanma yeri gözetim altına alınır. Bu bölüm tamamen “Kara Roman” öğelerinin kullanıldığı, zamanın yazar aracılığıyla ustaca genleşip daraldığı, olay akışına dahil olan kişilerin bonkörce harcandığı ve romanın ortalarına doğru zirve yapmış olan dramatik çatışmanın çözüme ulaşmaya başladığı aşama olarak okura oldukça tatmin edici bir okuma tecrübesi yaşatıyor. Zira alınan istihbarata göre bu seferki suç, şehirde gerçekleşecek ve bireysel bir vaka olmaktan çok öte bir suç örgütünün organizasyonu olacaktır. Mevcut siyasi ve toplumsal parametreler suçun oluşmasında ve gerçekleştirilmesinde en büyük rolü oynar. Tanıdık politik figürler kullanılır. Dedektif Duffy bir sahnede Joe Kennedy ile aynı arabadayken başka bir sahnede Thatcher’la konuşur.
Romanın ilk bölümündeki vakada, bir anlamda Simenon’un Maigret’si gibi basit akıl yürütmeleriyle gizemi ortaya çıkaran, olayı inatçı ama nahif bir şekilde ele alan, sorguya gittiği eve bebek hediyesi götüren sıradan polis Duffy, romanın ikinci bölümünde bombaların, mermilerin ortasında sağ kalan, oldukça sert ve gerçekçi betimlemelerle aktarılan aksiyon ve çatışma sahnelerinde yenilmez ve yaman bir polis olduğunu gösterir. Arkadaşının eski eşiyle ayaküstü seks yapıp akabinde günlük hayatına dönebilen, içki ve uyuşturucuyu bir rutin haline getirmiş, bomba ihbarına bile müzik dinleyerek giden Duffy’nin İrlanda polisiyle ilgili düşünceleri de onu hikâye boyunca tekrar tekrar haklı çıkaracak tespitlerden oluşur: “Üzerinden salaklık akmıyordu, ama söz konusu polisler olunca bundan asla emin olamazdınız.” Kahraman tipolojisi genel olarak Kara Roman geleneğindeki anti kahramandır. Kendisini çok önemsemiyor görünse de, yetersiz gördüğü sıradan polislerin bir adım önünde olduğunu düşünmekten de geri kalmaz: “Bir davada, aklını sonuna kadar zorlasa da artık ilerleme kaydedemeyeceğini teslim eden polisler vardır. Ben o polislerden değilim.” Buna ilaveten en ufak kıvılcımda ateşlenmesi ve vazgeçmemesi, hem yıllar önce örtbas edilen bir cinayeti aydınlatmada hem de “Epey parası, çok sayıda pasaportu ve kimliği olan bir usta”yı yakalama operasyonunu başarıyla yönetmesinde en büyük yardımcısı olur.
Yarınsız Ülke’nin genel atmosferini hikâyenin oturduğu zaman ve mekânla yazarın bunları betimlerken kullandığı etkileyici üslup oluşturmuş. Hem iç hem de dış mekânlar yalın biçimde betimlenmiş. Mekâna göre kurgulanan sahneler, fiziki ve dramatik çatışmalar, dolayısıyla takip edilen duygu ve duygu değişimleri de özlü ve akıcı biçimde verilmiş. Hikâye boyunca aralarında mekik dokunan kır ve kent arasındaki zıtlık da görsel ve işitsel kelime kullanımlarıyla canlı şekilde betimlenmiş. Kırsal yöreler ne kadar pastoral bir güzelliğe sahipse, kargaşa dolu şehirler de bir o kadar iç karartıcı: “Günler. Geceler. Bombalar. Sokak olayları. Doludizgin iç savaşa koşuş. Aynı döngü.” Yalın, sert ve bir o kadar da gerçek. Böyle bir atmosferde Duffy’nin dünyayı algılamasındaki o derin kapalı mizah ile tutku-tutkusuzluk seçimlerindeki denge; kapkaranlık ve kaos dolu günlerde yaşanan depresyon ve umutsuzluğa alkol ve esrarın yanında üçüncü bir panzehirdir adeta.
Önyargıları, sabit fikirleri (herkes doktorunun İskoç, psikiyatrının da Alman olmasını ister), indirgemeciliği (kimsenin hakkını yememiş insanların uyuyacağı türden derin bir uykuya daldığı gecenin ertesinde, mutfakta musluğun altında yıkadığı kabzada kalan pezevenk kanı) Duffy için karar vermeyi ve ileri bakmayı kolaylaştırır. Günlük hayat kadar politik konularda da zihni basit çözümlemelerle yol bulur. ABD bu kadar gelişmişken İrlanda’nın kaostan kurtulamayışının sebebi açıktır: “Kennedy’nin saçı İrlanda’nın sunmak zorunda kaldığı her şeyden açık ara öndeydi. Bu uzay çağının saçıydı. Yeni binyılın saçı. İrlanda’nın saçı 1927’de kalmıştı. Kennedy’nin saçı insanı Ay’a göndermişti.” İşte bu yüzden Kennedy’nin “dişleri anti-roket lazeri gibi parlıyordu.” Kullanılan sokak dili ve argo İbrahim Yıldız’ın elinde tekrar hayat bulmuş ve hikâyenin bağlamına yakışır şekilde dilimize tercüme edilmiş. Şahsına münhasır kelime ve deyiş tercihleriyle Yıldız, romanın zenginliğini daha artırmış.
İrlanda’nın yakın kanlı tarihinden kesitlerle harmanlanmış Yarınsız Ülke’de, yazar Adrian McKinty kitabın herhangi bir yerinde özellikle belirtmese de romanın konusu için gerçek olaylardan esinlendiği aşikâr. Hatta gerçek figürleri kurgu karakterlere eşlik ettirmekten de kaçınmamış. Neredeyse faili meçhul olarak kalacak bir cinayet failinin, iktidara geldikten sonra baskı rejimiyle on binlerce kişinin kaderini belirlemiş Gandhi ile aynı gün öldüğünü bir gazeteden öğrenmemiz, bir suçun sonucunda ister bir birey ister toplumlar etkilensin, suçlu suçludur fikrini akla getiriyor. Yine romanın ana meselesi olan ve engellenmesi gereken saldırı da 1984 yılının Ekim ayında Brighton Grand Hotel’de dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’a karşı düzenlenen suikast girişimiyle büyük benzerlik gösteriyor. Elbette McKinty, romandaki IRA eylemcisi Dermot McCann’in, hapis cezası sonrası serbest kalan gerçek bombacı Patrick Magee kadar şanslı olmasına izin vermemiş.
Adrian McKinty, Yarınsız Ülke (In the Morning I’ll Be Gone), Çeviren: İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2019, 335 sayfa
Kaynakça:
S. Varım, Dosya: Dedektif Hikayeciliğinde Altın Çağ, Kara Roman’a yenildi mi? 221B, Sayı 1, Mylos Yayınları
Ö. Şen, Polisiyenin İdeolojisi: Kara Polisiyeye İnanın, 221B, Sayı 1, Mylos Yayınları
(Oggito 17 Mart 2020)