HÜLYA OSMANAĞAOĞLU
(BİANET 11 Mart 2017)
Haziran 2015 seçimlerinden beri sokaklardaki eylemlerin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Toplumsal muhalefet direniyor teslim olmuyor kuşkusuz.
Kadın hareketi de direniyor: IŞİD’in 2015’teki Suruç ve Ankara saldırılarına rağmen binlerce kadın 25 Kasımlarda ve 8 Martlarda alanlara çıkmaya devam etti. Yine 25 Şubat’ta Türkiye’nin her yerinde binlerce kadın sokaklara çıktı ve “Tek başına olmaz: Hayır – Kadınlar Birlikte Güçlü” dedi. İstanbul’da Kadıköy’de bin kadın “hayır”larını haykırdı. Ardından 5 Mart’ta Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda mitingde, sosyalist, feminist, Kürt, emekçi, binlerce kadın şarkılarıyla, marşlarıyla erkek egemenliğine karşı direnişlerini gösterdiler. 8 Mart’a geldiğimizde yine Türkiye’nin her yerinde kadınlar sokaklara çıktı ve hem Uluslararası Kadın Grevine ses verdi hem de 8 Mart’ı kutladı.
8 Mart akşamları İstanbul için ise Feminist Gece Yürüyüşü vaktidir. 2003’te elli feministin Irak’ta savaşa hayır demek için başlattığı, her yıl katlanarak büyüyen bir sayıyla gerçekleştirilen Feminist Gece Yürüyüşü’ne bu yıl on binlerce kadın katıldı (Ben demiyorum bunu, çekilen fotoğraflarla yapılan alanın doluluğu- kişi sayısı hesapları kırk bin kadar kadının yürüyüşe katıldığını gösteriyor). En özet haliyle, erkeklere, patriyarkaya, homofobiye, transfobiye, savaşa, kapitalizme, kadınların hayatlarına yapılan müdahalelere, evlerin ve devletin reislerine karşı yürüdü kadınlar.
On binlerce kadınla birlikte “Feminist Mücadelemizin Geri Dönüşü Yok” diye haykırdığım bir gecenin ertesi gününde elimde Feryal Saygılıgil’in editörlüğünde on dört kadının kolektif emeğiyle hazırlanan Kadınlar Hep Vardı- Türkiye Solundan Kadın Portreleri (Dipnot Yayınları) kitabını okurken düşünüyorum, dünden bugüne Türkiye Sol’unda ne değişti diye.
Aslında yaşanan değişimler az buz değil: Marifetmiş gibi artık kimlikleri daha çok seviyor, yeni toplumsal hareketlerin yan yana gelişini her kilide uygun maymuncuk olarak görüyorlar. Patriyarka, kolektif siyasal özne olarak feminist hareket gibi kavramlardan pek hoşlanmasalar da toplumsal muhalefet bileşenlerini sayarken illa ki kadın hareketinden de söz ediyorlar. Ama onun için birlik, şunun için güç birliği platformlarını kurarken asla feminist hareketin de çağrıcı olması gerektiğini akıl edemiyor, feministleri “de” tüm politik çerçeve bağlandıktan sonra imzada renk olsun diye, erkekler için birlik, erkekler için güçbirliği platformlarına davet ediyorlar. Örgütledikleri mitinglerde birkaç bin kişiyi zar zor bir araya getiren erkek Türkiye solu hâlâ daha toplantı masalarını erkek erkeğe işgal etmekteki kararlılığını sürdürüyor. Bu masalarda uzun mücadeleler sonucunda kendine yer açan kadınlara bakarak kendilerini erkek egemenliğinden sıyrılmış hissediyorlar. Nedeni kırk yıldır anlaşılamayan biçimde kırk parçaya bölünen Türkiye solunun her bileşenine ayrı yer bulabilen bilumum birlik platformları sıra feministlere gelince “ama hangi birini çağıralım” diye cinfikirli açıklamalar yapıyorlar. İleriki on yıllarda bugünlere ilişkin anılarını yazarken de söz konusu birliklerde/platformlarda erkek erkeğe neler tartıştıklarını, kuşkusuz aynı zeminlerde yer aldıkları az sayıdaki mücadeleci kadını yok sayarak, anlatacaklar. Yine bugünlerin tarihlerini yazanlar da kadınların en fazla isimlerini sıralayıp erkeler arasındaki istişarelere yoğunlaşan [erkek] tarih anlatıları ortaya çıkaracaklar.
İşte Kadınlar Hep Vardı- Türkiye Solundan Kadın Portreleri tam da bu erkek tarih yazımına güçlü bir itiraz olarak kayda geçiyor. Kadınlar Hep Vardı’yı sadece geçmişin değil bugünün tarihinin gelecekte erkeklerce yazımına da feminist bir itiraz olarak okumak gerekiyor aslında…
Osmanlı’dan bugüne solda bıraktığı izler hep silikleştirilmiş erkeklerin gölgeleri arasında kaybedilmeye çalışılmış kadınları hep birlikte ışığa kavuşturanlar yine kadınlar oluyor kuşkusuz. Kadınlar Hep Vardı, çoğu kez Müslüman Türklerden ibaretmiş gibi anlatılan sosyalist solun Ermeni ve Rum kadınlarını anlatarak başlıyor: Mari Beyleryan, Zabel Yaseyan ve Athina Gaitanau- Gianniou’nun on dokuzuncu yüzyılın sonunda başlayıp yirminci yüzyıla uzanan sosyalizm mücadelelerini ve erkekler dünyasındaki varoluş hikâyelerini okuyoruz. Kronolojik olarak biyografilerin sıralandığı kitapta Yaşar Nezihe’nin hikâyesini okurken güzel mısralarının yanı sıra hem dönemin feminist yayını Kadınlar Dünyası’nda yazdığını hem de dönemin TKP’sinin yayın organı Aydınlık’ta dört tane şiirinin yayımlandığını ve bunlardan birinin de 1 Mayıs için yazıldığını görüyoruz. Politik şiir derlemelerinde kendine yer bulamayan Yaşar Nezihe’nin nasıl solcu olduğunun kitapta hikâyesi yer alan çoğu kadın gibi erkek tarihçe sorgulandığını öğrenmek pek de şaşırtıcı olmuyor. Ardından yakılan Tan gazetesinin yayıncısı Sabiha Sertel’in, romanlarıyla da tanıdığımız “Muharrir” Suat Derviş’in hayatlarını ve mücadelelerini okuyunca bu iki kadının hikâyeleriyle, solun resmi tarihinin sıradan erkek egemenliğini aşan bir biçimde kadınları görünmez kılmaya çalıştığını fark etmek mümkün. Her ikisi de yazılarıyla solun etki alanının genişlemesinde önemli katkılar sunmuş olsalar da örgüt yöneticisi olmadıkları için siyasi fikirleri önemsizleştirilmiş.
Sabiha Sertel’in TKP ile mesafesi Suat Derviş’in ise Reşat Fuat Baraner ile olan ilişkisi tarihsel izlerinin silinmeye çalışılmasında etkili olmuş görünüyor. Çevirileri ve teori alanındaki katkılarıyla Türkiye sosyalist solunun politik birikiminin oluşumda önemli roller üstlenen Fatma Nudiye Yalçı ve Sevim Belli’nin hikâyeleri de memleket sosyalist solunda teorinin erkeklere ait bir alan olmadığının ispatı aslında. Tıpkı işçi sınıfını temsil etmek için pazulu erkek resimleri kullanmaya devam eden sosyalist solu adeta yalanlayarak, militanlığın, devrimciliğin, sınıf içinde örgütlenmenin işkencede direnişin anlamını hayatıyla yazan Zehra Kosava’nın hikâyesi gibi. Kadınların içindeki özgürlük isyanını da sol hareketteki cinsiyetçiliği de kitaplarıyla sloganlaşmaya kaçmadan ifade eden Sevgi Soysal’ın hikâyesi de, 68 hareketiyle birlikte devrimciliğin ve mücadele tutkusunun kahraman erkeklerle özdeşleştirilmesinin yanlışlığının bir ifadesi olarak yansıyor kitaba. En sonda hikayesini okuduğumuz Şirin Cemgil ‘i anlatan son cümlelerinde Necla Akgökçe, Şirin Cemgil’in Bitmemiş Yazılar Bitmemiş Senfoni’de yaşam öyküsünü yazarken aslında “Sinan’ın öyküsü benim de öykümdür, ama bir de ben vardım, ‘maskeler aşağı! Beyler” demeye çalıştığını anlatıyor. Necla’dan bu güzel yorumu alarak tanımlamak gerekirse bu kitabı, sosyalist hareketin tarihi kadınların da tarihidir ve Kadınlar Hep Vardı, maskeler aşağı beyler, demek gerekiyor… (HO/HK)
Hazırlayan: Feryal Saydılıgil
Kadınlar Hep Vardı- Türkiye Solundan Kadın Portreleri
Dipnot Yayınları
348 sayfa