Arife Köse
(ALTÜST DERGİ 05 EYLÜL 2016)
Türkiye Solundan Portreler isimli kitap Dipnot Yayınları tarafından Nisan ayında yayımlandı. Kitapta, Türkiye solunun bilinen 17 isminin, kitabın editörleri Emir Ali Türkmen ve Ümit Özger’in deyimiyle, gerek biyografik anlatımlar gerekse siyasî fikirlerini gözler önüne sermek yoluyla terekesini irdelemeyi hedefliyor. Bizi kendileriyle bu söyleşiyi yapmaya yönelten ise kitabın önsözünün hemen başında yer alan, “Modern Türkiye’deki siyasal düşünce akımlarının ana kaynağının Genç Osmanlılar/İttihat Terakki/Jön Türk hareketleri olduğu bilinmektedir. Sol düşünce de tarihsel olarak kaynaklandığı yer bakımından burada bir istisna teşkil etmez. Bu durum sol söyleme içerilmiş olan milliyetçilik/devletçilik gibi kimi ideolojik sızmaların da nedenidir” cümlesi oldu. Biz de bu söyleşi yoluyla, soldaki bu sızmaların izini sürmek istedik. Kendilerinin bu izi nasıl sürdüklerini, onları bu cümleyi yazmaya yönelten veri ve izlenimlerin neler olduğunu Türkmen ve Özger ile Arife Köse konuştu.
Arife Köse: Bu kitap fikri nereden çıktı?
Ümit Özger: Bildiğiniz gibi bundan önce Türkiye ve Kürdistan sosyalist hareketlerinin temel/programatik/manifestif metinlerini bir araya getiren üç kitap hazırlamıştık. Bunlardan Türkiye Sosyalist Solu Kitabı -1 ve Türkiye Sosyalist Solu Kitabı -2’de, 1920’lerden 80’lere kadar uzanan tarihsel kesitte ortaya çıkmış olan belgeleri derlemiş, böylelikle solun tarihsel ve ideolojik köklerinin izini onun kendi metinleri üzerinden sürmeyi denemiştik. Bu portreler kitabında ise, bu kez sosyalist örgüt ve akımların oluşmasına etki etmiş, sol kültüre damga vurmuş tarihsel kişilerin terekesinin irdelenmesi üzerinden bu izin peşine düştük. Bu kitaplarda derlediğimiz portre ve belgeler zamanımızda faaliyetini sürdüren birçok sol örgütün de başlangıç çizgilerine dokunmaktadır. Sosyalist sol hareketin Türkiye’deki politik-entelektüel birikiminin solla temas eden veya kadro düzeyinde onu taşımaya meyyal genç kuşak tarafından yeterince bilinmediği göz önünde bulundurulduğunda, eldeki malzemenin kuşaklar arası ortak hafızanın kurulmasına mütevazı bir katkı olacağını umuyoruz.
Emir Ali Türkmen: Biz bu diziyi yaparken meramımız Türkiye sosyalist hareketinin yaklaşık yüzyıllık dönemini,onun bağımsız bir düşünce akımı olarak ortaya çıkmasını sağlayan bütünsellik içerisinde sunmaktı. Yeni kuşakların sosyalizmi yeniden bugüne ait olarak kurma çabasında, kendi tarih bilincini oluşturabilmesi solun bu coğrafyada ürettiği fikirlerin bütününe ulaşmakla ve onların zaman içinde geçirdikleri dönüşümü görmekle mümkün olabilir çünkü. Türkiye sosyalist hareketini geçmişten geleceğe bağlayan bu metinleri, yazıldıkları dönemin koşullarını dikkate alan bir okumaya imkân vererek okurun tarihsel bir perspektiften bakıp karşılaştıma yapmasını; monolitik anlayışların, sekter tutumların, ikameci siyaset tarzlarının ve sol içindeki ayrışma çizgilerinin görünür kılınmasını hedefledik. Portreler kitabı da bu kapsamda, söz konusu kitapları tamamlayan bir işleve sahip.
Kitabın önsözünde çarpıcı tespitler var. Hemen sunuşun başında “Modern Türkiye’deki siyasal düşünce akımlarının ana kaynağının Genç Osmanlılar/İttihat Terakki/Jön Türk hareketleri olduğu bilinmektedir. Sol düşünce de tarihsel olarak kaynaklandığı yer bakımından burada bir istisna teşkil etmez. Bu durum sol söyleme içerilmiş olan milliyetçilik/devletçilik gibi kimi ideolojik sızmaların da nedenidir” diyorsunuz. Bu tespiti, özellikle bu sızan milliyetçiliğin solda nasıl ortaya çıktığını, hangi verilerden yola çıkarak bu tespite ulaştığınızı açıklar mısınız?
Ümit Özger: Öncelikle solun İttihat Terakki’yle olan fiziksel ilişkisinin bir kusur olmaktan ziyade olağan bir durum olduğunu belirtmek gerekir. Zira erken modernleşme dönemindeki tek muhalefet odağı orası idi ve sol da modern Türkiye’deki diğer düşünce akımları gibi oradan kaynaklandı. Bu doğum lekesi Millî Mücadele yıllarına gelindiğinde Komintern/SSCB tarafından desteklenen Kemalizmle buluştu ve dönemin Türkiye Komünist Partisi’nin Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Kürt meselesine ilişkin tavrında daha da belirginleşti. Örnekse, Şeyh Sait ayaklanması gerici-feodal bir ayaklanma olarak mimlenip yerilirken, Dersim katliamı Cumhuriyet’in gerici ayaklanma karşısında üstünlük kazanması olarak kutlanıyordu. Solun önemli bir kitlesellik kazandığı 60’lı yıllara gelindiğinde ise dönemin en etkili akım(ları) TİP, Yön ve MDD çizgileri idi. TİP’i kısmen ayrı tutabilsek de, Yön ve MDD kapitalist olmayan yoldan ulusal kalkınmayı programatik hedef olarak öneriyor, kendilerine başlangıç çizgisi olarak Kuvayı Milliye’yi referans gösteriyordu. Kendisini “sınıf” gibi evrensel kategoriler üzerinde açıklayan sol düşüncenin programatik olarak yerelin özgül çizgilerine uyarlanması sorunu da milliyetçi eğilimlerin ortaya çıkmasının genel nedeni olarak belirtilebilir. Türkiye solunun milliyetçilikle temasının bir de böyle bir nedeni vardır. Yerelin “farklı” ve “özgül” çizgilerine yapılan vurgu da onun evrensel olana mesafe almasına neden olmuştur.
Emir Ali Türkmen: İnsanın umutları küçülünce ufuk çizgileri de silikleşir. Öncelikle bu coğrafyada son yıllarda sosyalist sola dönük ağırlıklı olarak eskiden Marksizm’i savunan, bugün ise liberalizme savrulmuş kesimlerin önceden savundukları fikirlerle tarihsel bağlarını kesmek için ilk sözlerine “Türkiye solu milliyetçidir” diyerek başlamaları onların ideolojik ve politik sorunlarıyla ilgilidir. Onlara göre “dün dündür, bugün de bugün…” Dün söylediklerine kulak asmaz, yazdıklarına dönüp bakmazlar bile… Sosyalist solu topyekûn milliyetçilik çuvalının içine koyup tarihle hesaplaştıklarını düşünürler. Bu dün için de geçerli bugün için de…
Bugünden dönüp bakınca, Türkiye solunun Kemalizm’le olan akrabalık ilişkilerinde, Barış Ünlü’nün “Türklük sözleşmesi” olarak adlandırdığı yapıya ilişik olması onu farklı etnik kimlikler konusunda kör kıldı. 60’lı yılların en özgürlükçü düşünürü ve siyaset adamı Aybar’ın Ermeni Soykırımı’na ilişkin tavrını burada hatırlamak yerinde olacaktır. Mehmet Ali Aybar, ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak için filozof Bertrand Russell’ın girişimiyle kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin de üyesiydi. Russell Mahkemesi adıyla ünlenen mahkeme aldığı kararlarla dünyada büyük ilgi görmüştü. Mahkemenin 20 Kasım 1967’de Kopenhag’da yapılan ikinci oturumuna Mahkeme Başkanı Jean Paul Sartre, soykırım suçu üzerine bir konuşma yapıyor ve konuşmasında 1915 Ermeni Soykırımını da anıyor. Aybar, bu oturumda Sartre’a karşı çıktığını ve onu ikna ettiğini söyler. TİP Tarihi adlı eserinde anlattığına göre, Sartre soykırım üzerine hazırladığı bir metni okuyor. Bu metinde soykırımın insanlık tarihinde eski bir suç olduğunu anlatıyor ve bu sırada Ermeni soykırımını anıyor. Aybar ise söz konusu Ermenilerle ilgili “olayların” soykırım suçu olarak nitelenemeyeceğini, çünkü ortada kasıtlı ve tasarlanmış bir suç olmadığını, bu nedenle devletçe bir soykırım politikası izlendiğinin ileri sürülemeyeceğini savunuyor.
1970’li yıllarda “halk” kategorisine vurgu yapan geleneklerin bugün azınlıklar ve Kürt sorunu gibi konularda “sınıf”ın evrenselleğini vurgulayan bir siyaset izlemeleri açık ki gerisinde milliyetçiliği gizlemektedir. Yine geçmişte “halk” gibi kategoriler yerine “sınıf”a vurgu yapanların kimlik eksenli siyaset eksenine savrularak 12 Eylül darbesini alenen savunan Nazlı Ilıcak gibi simalarla “demokrasi” kampanyaları yapmaları da madalyonun öteki kötü yüzü.
Sosyalist solun kendi tarihini yazarken gayrımüslimlerin kurucu katkılarını görmezden geldiğini söylüyorsunuz ve bunun milliyetçilikle yakından ilgili olduğunu söylüyorsunuz. Gayrımüslimlerin solun tarihine ne gibi kurucu katkıları oldu ve sosyalist sol bunları nasıl yok edebildi? Yani kolay olmasa gerek, değil mi, olan bir şeyi olmamış gibi göstermek?
Ümit Özger: İkinci Enternasyonal, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan milliyetlerin kendi kaderlerini belirleme hakkına hayırhah yaklaşıyordu. Bu politik tavır sol düşüncenin mazlumu kucaklamakta kendisini gösteren tinsel etkisinin de gösterenlerindendir. Buradan gelen böylesi bir cazibenin mazlum halkları etkilemesi hatta ilk önce onları etkilemesi kadar doğal bir şey olamaz. Kapitalist üretim ilişkilerinin en çok gayrımüslimlerin yaşadığı yerlerde belirmesi de bir başka etkendir buna. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda da sol düşünceye ilk temas edenler gayrimüslimler oldu. İkinci Enternayonal’de Osmanlı’yı Yahudiler temsil etmişti örneğin. Osmanlı’daki ilk Marksist parti de Ermenilerin kurduğu Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’dir. Gayrımüslim milliyetlerin içinden gelen sosyalist öznelerin programatik olarak “millî kurtuluş” hedefini de içeren bir politik perspektife sahip olmaları, hatta “millî kurtuluş” hedefini öncelemeleri hiç şüphe yok ki o programın sosyalizmle ilgili hedeflere değgin kısmıyla gerilim içindedir. Nitekim imparatorluk halklarının ve özellikle gayrımüslim unsurların kendi aralarındaki etnik/dinsel husumetler, her milliyetten sosyalistlerin ayrı ayrı örgütlenmesini getirmiştir. Dediğimiz gibi bu durum sosyalist düşüncenin evrensellik iddiasıyla, onun enternasyonalizm ilkesiyle bir gerilim içindedir. Ancak özellikle kitapta portresine yer verdiğimiz Matdeos Sarkisyan’ın(Paramaz) mahkeme savunmasında yaptığı enternasyonalist vurguları hatırlamak gerekir burada. Mahkemenin “Bağımsız Ermenistan mı kurmak istiyorsunuz?” sorusuna sosyalistler için bir vatan olmadığını, yalnızca Ermenilerin değil, bütün insanlığın kurtuluşu için mücadele ettiklerini söyleyerek karşılık vermiştir. Bulgar, Rum ve Türk üyelerden oluşan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nu da anmadan geçmeyelim.
Marksizm-Leninizm 1917 Ekim Devrimi’nin ardından sosyalist düşünce ve politika alanına egemen oldu. Marksizm-Leninizm dışındaki sosyalist akımlar da ana caddenin berisine düştü. Türkiye solunun gayrımüslim sosyalist hareketleri kendi tarihyazımından çıkarmasının en “masum” nedeni herhalde budur. O zamanın dünyasında İkinci Enternasyonal çizgisinden mülhem hareketler Marksist-Leninistler tarafından “dönek” olmakla itham edilmiş, ideolojik olarak gayrimeşru sayılmış, adeta aforoz edilmişlerdi. Bir başka “masum” gerekçe ise, Osmanlı toplumunda kapitalist üretim ilişkilerinin varlığına ya da sosyalist bir mücadele için yeterliğine duyulan kuşku olabilir. İştirakçi Hilmi’nin de bu yok saymadan nasibini alması yine bu nedenlerle ilgilidir. Ancak milliyetçiliğin etkisinin izleri sürüldüğünde buradaki “masumiyet” tamamen ortadan kalkmakta, resmî ideolojinin tarih kurgusunun sol söylemde yeniden üretildiği görülmektedir.
Sosyalizm en kaba şekliyle sınırsız ve sınıfsız dünya olarak tarif edilir, doğası itibariyle enternasyonal olduğu düşünülür. Bütün bu süreç boyunca bu temel ilke ile o sızan milliyetçilik arasındaki çelişki nasıl olur da sorgulanmaz, görülmez? Yani bugünden bakınca İttihat ve Terakki ile solu aynı cümle içinde bile düşünememeli değil miyiz?
Emir Ali Türkmen: Bu konudaki yaklaşım solun yanlızca sosyalizm anlayışıyla değil aynı zamanda beslendiği kültürel kaynaklarla da ilgilidir. Çünkü bu zihnî donanım, sosyalist hareket içindeki birçok gelenekte, “yabancı” ideolojilerin kalıntılarını taşıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, İttihat Terakki’nin erken modernleşme dönemindeki tek muhalif hareket olması bunu tarihsel olarak mümkün kılmış. Bütün diğer siyasî akımlar da sol gibi meşrutiyet döneminden ve bu hareketten kaynaklanıyor. Ancak solun evrensel ilkeleri, onu bu tarihsel-fiziksel ilişkiden kaynaklanan ideolojik sızmaları engellemeye, aşmaya götürmeliydi. Ancak sol tam tersine Kemalizm’le, resmî ideolojiyle akraba olmayı seçmiştir. Hatta bugün de solun bir kısmında bu akrabalık ilişkisi devam etmektedir. Bu durumun 20. yüzyıl sosyalizminin etkileriyle de ilgisi vardır. Türkiye solu özelinde tartıştığımız bu konunun Marksizm-Leninizm’de kendisine dayanaklar bulduğunu söyleyebiliriz. 1960’larda dünya solunun yönelimini belirlemiş olan anti-emparyalist dalga da solun milliyetçi etkilerle hesaplaşmasını geciktirdiği gibi Kurtuluş Savaşı mitosunu kendi söyleminde yeniden üretmesine, onu kendi tarihinin bir parçası olarak mütalaa etmesine neden oldu.
Devletçiliği biraz daha açmak istiyorum. Bundan kastınız devletin bekasını her şeyin önünde tutma kaygısı mı? Nasıl bir devletçilik solun devletçiliği?
Emir Ali Türkmen: Türkiye solunun bütünü için bunu söylemek haksızlık olur. Zira devletle en sert çatışmalara giren ve ağır bedeller ödeyerek bunu yapan hep soldu. Evet “ulusalcı sol” diye adlandırılan (ne kadar sosyalist soldan sayılırsa artık) çevrelerin düşünce algısında bugün bile devletin bekasını her şeyin önünde tutan yaklaşımlar vardır. Milliyetçilik gibi devletçiliğin etkileri de zımnî olarak sol söyleme sinmiştir. Solun bu etkiyle belirlenmesi ise büyük ölçüde onun resmî ideoloji ile ilişkisinden ileri gelir. Bu ideolojiyle ilişkisinin faturası da tek başına Türkiye soluna kesilmemeli. Zira Millî Mücadele ve Cumhuriyet sürecine Lenin, Stalin, Troçki, Mao gibi kanonların hayırhah yaklaşımları Türkiye sol söylemindeki resmî ideoloji izlerinin ideolojik bakımdan “meşrulaştırıcı” zeminidir. Bu söylemin ilk örneklerini erken Cumhuriyet döneminde Kürt meselesine yaklaşımda da görüyoruz. Komintern’in bu konudaki yaklaşımında “Burjuva-devrimci, anti-emperyalist Cumhuriyet”e isyan eden Kürtler “karşı-devrimci mürteciler” olarak görülüyordu. Devlet devrimciliği, ilerlemeyi; Kürt isyanları ise feodal kalıntılardan mülhem mürteciliği temsil ediyordu sol için.
Aynı zamanda unutmayalım ki Türkiye’de tarih bilgisi okul, medya, cami, ordu ve aile gibi kurumlar üzerinden Sünni ve Türk merkezli olarak üretilmiştir. Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları, Şevket Süreya Aydemir’in Tek Adam, İkinci Adam gibi kitapları da ideolojik dayanaklarını oluşturmuştur. Sol ise kendi alternatif tarihyazımını önermek yerine burada üretilen tarih kurgusunu kısmen reforme edip sürdürmüştür.
Sosyalist solun kendisini bağımsız bir politik hat olarak önermek yerine devlet içindeki çatışmalarda egemenler arasındaki kliklerin kâh birinden kâh diğerinden yana tavır alarak bu fraksiyonlara eklemlenmesi de bu devletçi etkinin varlığına delalet eder. Demokrat Parti ile o zamanın devletlû elitleri arasındaki çatışma söz konusu olduğunda, sol 27 Mayıs darbesini ilerici olarak değerlendirmişti. 1960’lara geldiğimizde strateji tartışmalarında devlet içindeki kimi kesimler müttefik olarak görülüyordu. “Asker-sivil aydın zümre” olarak imlenen bu kesimler Yön gibi dönemin en etkili sol dergisi tarafından müttefik olmak orada kalsın, devrimin temel gücü olarak öneriliyordu
Yakın dönemde yüksek bürokrasi ile AKP arasındaki çatışmada solun farklı bloklarının taraflardan birinin yanında yer almak üzere yürüttüğü siyaset bize göre devletçiliğin sol üzerinde hâlâ etkilerinin olduğunun alametidir. Unutmayalım ki, çok yakın tarihte kimimiz 12 referandumu sürecinde hayır diyerek “gericiliğe karşı mücadele” adı altında Türk milliyetçiliğinin ve devletin bekası için MHP-CHP yanına çıpa atarken, kimimiz de “tarihle hesaplaşıyoruz” diye AKP’nin kampanyasının propagandacıları olduk.
Yine sunuşunuzda yer alan bir başka çarpıcı bölüm solun “emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele” perspektifi ve bunun sonuçları. Aslında bu perspektif bugün de çok aşina olduğumuz bir perspektif, sık sık okuyoruz solun yayınlarında ya da bildirilerinde. Ama biz sizin bahsettiğiniz döneme, yani Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına dönelim ve o zaman bu perspektifin benimsenmesinin bağlamını ve sonuçlarını konuşalım. Bu perspektif hangi bağlamda benimsendi sol tarafından ve sonuçları ne oldu? Bir de, SSCB’nin tüm bu süreçteki belirleyici rolü var. Bu belirleyicilğin Türkiye sol hareketi üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Bu etkinin sonuçlarını nerelerde, nasıl gördük?
Ümit Özger: Buradaki esas sorun emperyalizmin içsel bir olgu olmasının, onun içeride inşa edilen kültürle, üretim ilişkileriyle ve bu üretim ilişkileri üzerinde oturan tarihsel blokla ilişkisinin ıskalanıp dışsal bir olgu olarak kodlanmasında yatar. Kapitalizmin (bir aşaması olarak) kendisi olan emperyalizmle “millî olan kapitalizm” arasında mutlak bir ayrım kuran bu yaklaşım, kapitalizmin “millî” olanını işbirlikçi (ya da komprador) olan karşısında savunulması gereken bir mevzi-kazanım olarak gördü. “Millî kapitalizmin, millî burjuvazinin ideolojisi olan Kemalizm” de devrimci-ilerici bir ideoloji olarak değerlendirildi. Türkiye sosyalist hareketinin Kurtuluş Savaşı ve erken Cumhuriyet dönemindeki kadroları ve önderleri de sosyalizmle ilişkilerini bu türden bir anti-emperyalizm dolayımından kurmuşlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte ortaya çıkan sorunlara çözüm arayan aydınlar iktisadî ve siyasî bağımsızlık savunusunu sosyalist fikirlerle kaynaştırmışlardı. Ethem Nejat ve Mustafa Suphi gibi önder kadroların arayışları ve vardıkları yer bunu örnekler. Bu söylemin Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında en belirgin çizgisinin Kürt meselesine yaklaşımda ortaya çıktığını söylemiştik: “gerici Kürt isyanları emperyalizmin bir oyunuydu.”
Dönemin Türkiye Komünist Partisi’nin anti-emperyalizmi SSCB ve Komintern’in etkisiyle şekillenmişti önemli ölçüde. Millî Mücadele’nin SSCB tarafından desteklenmesi, Cumhuriyet’in yine bir burjuva devrimi olarak görülüp taltif edilmesi TKP’nin de bu dönem boyunca izlediği politikaların en önemli kaynağıdır. Esasen SSCB’nin o günkü tutumu aktüel gereksinimlerin “zorladığı” politik/pragmatik bir tutumken Türkiye solu bunu ilkesel bir düzeye yükseltti. Kendi kimliğini ve eylemini işaret ederken bile “İkinci Kuvayı Milliyeciler”, “İkinci Kurtuluş Savaşı” gibi tabirlere şahit olduk.
Sizce sol o günlerden beri içine sızmış olan milliyetçilik/devletçilik ile bir hesaplaşma yaşadı mı? Ne yapması gerekiyor?
Emir Ali Türkmen: Bu durum, bugün bile sol içinde ideolojik mücadelenin konusudur. Uzun yıllar devletçi-milliyetçi –birkaç istisna hariç– kuşatmadan sıyrılamamış solun kendi hafızasıyla eleştirel olarak hesaplaşması maalesef henüz bütünlüklü biçimde ve yeterince gerçekleşmemiştir. Devletçilikle hesaplaşmak aynı zamanda sosyalizm anlayışıyla da doğrudan ilgilidir. 1971 devrimci kopuşu “devletçi” etkiyle hesaplaşmada önemli bir uğraktır. Silahlı mücadelenin benimsenmesiyle devleti cepheden karşısına alan sol o güne değin hiç olmadığı kadar vurgulu biçimde kendisini bağımsız bir siyasal hat olarak önermiştir. İdris Küçükömer ile İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm eleştirileri, Kaypakkaya’nın Kürt meselesinde yakaladığı radikal-eleştirel mevzi (eleştirilesi, eksiklenilesi yanları bulunsa bile) küçümsenmeyecek girişimlerdir. Yine 70’li yıllarda solun bir kesiminin şovenizme karşı yürüttüğü mücadele, Kürt hareketinin yükselişinin de katkılarıyla, bugün solun önemli bir kesiminin Kürt meselesindeki şoven tavrı aşmasına imkân oluşturmuştur. Ermeni soykırımı tartışmalarında da solun önemli bir kesimi geç de olsa bugün eleştirel-devrimci bir yerde durmaktadır.
Bütün bunlara rağmen hâlâ örtük ya da açık olarak kendisini sürdüren milliyetçi-devletçi eğilim ve söylemlerin aşılması, bunlara karşı solun ontolojik ilke ve değerlerini vurgulayan ideolojik bir mücadelenin sonucunda mümkün olacaktır.
Türkiye sosyalist hareketinin, Türkiye’de Marksist düşüncenin gelişmesi bakımından illa Marksist teorinin tarihi bakımından yeni katkı içerip içermemesinden bağımsız olarak, Marksizm’in bir dünya görüşü olarak, sosyalizmin bir toplumsal gelecek ufku olarak, kültür olarak, ahlak olarak kılınması için kendi zihinleri, bedenleri, emekleri, hayatlarını feda ederek, yazılmış küçük küçük destanların toplamı olarak bir birikim yarattıklarını biliyoruz.
Marksistler, geriye dönüp baktıklarında ayak izlerini takip edecekleri çok önemli şahsiyetlerin birikimi, müktesebatı üzerinden konuştuğumuzu bilerek ama onları eleştiren ve yeniden kuran bir yola ihtiyaç olduğu bilincini görünür kılma çabasına girdikleri ölçüde yeni tarih inşa edeceklerdir.