Şöhret Baltaş
Bir Afrika özdeyişi, “Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça, avcıların hikâyelerini dinlemek zorundayız” der. Resmi tarih ile gerçek tarih arasındaki karşıtlığı bu kadar yalın bir biçimde ortaya koyan başka bir söz bilmiyorum. Hele bugünlerde, Ortadoğu’da iktidar ve rant avına çıkmış olan avcıların anlattığı kahramanlık hikâyelerinin teşhir edilmesi için bu sözü sıkça hatırlamaya/hatırlatmaya öyle çok ihtiyacımız var ki…
Ancak bu mesele, hiç de öyle tek boyutlu değil. Yani özdeyişteki gibi, bir tarafta avcıların, öteki tarafta aslanların olduğu iki kutuplu ya da tek bir ezen-ezilen ilişkisinin olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Avcıların içinde farklı hikâyeler anlatanlar olduğu gibi, ne yazık ki aslanlar içinde de farklı hikâyelere inanan, hatta avcı hikâyelerinin peşine takılan ve bu uğurda kendi türünün yok oluşuna, çürüyüşüne hizmet edenler var. Bu yüzden resmi tarihin teşhiri dediğimizde, iç içe girmiş sonsuz sayıda kapıyı açmamız ve ardındakini gün ışığına çıkarmamız gerekiyor; birini bile eksik bıraktığımızda en dıştaki ağır demir kapının yerinden oynatılamayacağını bilerek…
Bu metafordan hareketle; yüzyıllar öncesinde kadının egemenlik altına alınmasıyla başlayan cinsiyet iktidarı, iç içe girmiş kapılardan oluşan bu yalanlarla dolu labirentin en zor açılan odası desem, herhalde abartmış olmam. Zira, gerek sınıf, gerek ırk veya milliyet hakkında söylenen resmi yalanların üzerindeki şal kaldırıldığında açığa çıkan resimde, kadın ezilmişliğinin hâlâ “verili durum” olarak kabullenilmesi, tarihsel olarak sürekli tekrarlanan bir olgu. Eşitlik ve özgürlüğün evrensel şiar haline gelmesini sağlayan Fransız Devrimi’nden bu yana, avcılara savaşanlar safında bir an tereddüt etmeden yer alan kadınlar, yeni iktidarlar kurulduğunda ilk safdışı bırakılanlar arasında yer alıyor daima… “Tamam” deniyor kadınlara, “iyi güzel, savaştık, kazandık, hadi şimdi evlerinize dağılın!” Siyaset her zaman biz kadınlar adına erkeklerin yaptığı bir alan olarak kabul ediliyor; bizler için neyin doğru ve yanlış olduğuna onlar karar veriyor; nasıl özgürleşeceğimizi bile onlar bizden daha iyi biliyor!
Bu anlamda, kadın tarihinin yazılması o “son kapı”nın açılması ve içerde hem avcılarla hem de bizzat aslanlarla mücadele edilmesi anlamına geliyor.
İşte Hülya Osmanağaoğlu’nun “Feminizm Kitabı: Osmanlı’dan 21'inci Yüzyıla Seçme Metinler” adlı kitabı, bu coğrafyada “son kapı”yı zorlayanların tarihini anlatıyor. Resmi tarihe karşı yazılan gayri resmi tarih anlatılarının birçoğunda da adı geçmeyen, tarihin görünmez özneleri olan kadınların bu ülkede verdiği mücadelelerin titizlikle hazırlanmış bir dökümünü sunan kitap, kendi alanıyla birlikte aslında diğer alanlardaki yalanlara da ışık tutuyor. Örneğin, resmi tarihin 1923 tarihi ve Türk milleti ile başlattığı “kurtuluş” hikâyesinin hiç de öyle olmadığını, kadınlar üzerinden bir kez daha anlıyoruz. 1908’e doğru ve daha sonrasında hakları için mücadele eden kadınların varlığı, bize tarihimizin çok kimlikli bir geleneğe dayandığını gösteriyor. Tıpkı solun, Türkiye’de sosyalizmin tarihi anlatılarını 1920’lerden başlatmasının, daha baştan “milliyetçi” bir perspektifle sınırlanmış olması gibi, feminizmin de “Cumhuriyet’le birlikte başlayan kadın hakları” hikâyesinden kurtulması için önemli bir tarihsel dayanak sunuyor. Bu, yola çıktığımız noktanın yürüyüşümüzü belirlemesi açısından son derece önemli.
Kitap, Birinci Dalga ve İkinci Dalga ana başlıkları altında Osmanlı’dan bugüne kadın hareketinin geçirdiği evreleri, bizzat o dönemin dilinden anlatıyor. Birinci Dalga’nın içerisinde Osmanlı döneminde kadın haklarını (Avrupa’da olduğu gibi) daha çok oy hakkı ile sınırlandırarak savunan Türk, Rum, Ermeni ve Kürt kadınlarının yazıları yer alıyor. Şükûfezar, Hanımlara Mahsus Gazete, Kadınlar Dünyası, Hay Gin (Ermeni Kadını) gibi dergilerde yer alan farklı milliyetten kadınların mücadelesi Birinci Dalga Feminizm’in tipik talepleriyle sürüyor: Seçme-seçilme hakkı, çalışma ve eğitim hakkı, tek sözcükle ifade etmek gerekirse eşit yurttaşlık hakkı. Cumhuriyetle birlikte, resmi söylemin tersine, kadın mücadelesinde bir sıçrama değil, gerileme görülüyor; sebebi de yeni iktidarın inşa edilen toplumda kadınlara uygun gördüğü sınırları dayatması ve bu bağlamda uygulanan devlet baskısı. Nezihe Muhiddin, Cumhuriyet döneminde susturulan kadınların sembolü adeta. Hakkında uydurulan yolsuzluk söylemiyle toplumsal bir özne olarak safdışı bırakılıyor ve yerine getirilen “Türk Kadınlar Birliği” devletin çizdiği sınırlar içinde çalışan, iktidara sadık bir kurum olarak bir süre daha varlığını sürdürüyor.
İkinci Dalga Feminizm, 1980’lerde başlıyor. 80 öncesi sol mücadeleden gelen kadınlar, İkinci Dalga feminist hareketin çoğunluğunu oluşturuyor ancak hem teorik hem de ülkede yaşanan pratik açısından solun eleştiriye tabi tutulduğunu, kadınların görünmezliğinin sosyalist teori ve pratik açısından da beslendiğinin tespit edildiğini görüyoruz bu dönemde. Kadınlar bu kez sadece eşit yurttaşlık değil, yaşamın her alanında özgürlük istiyorlar. Bu dönemin öne çıkan şiarı, bugün hâlâ önemini koruyan şu yalın cümle: “Özel olan politiktir.” Bu, kadınların zorla itildikleri aile içi özel alanın siyaset dışı olmadığını, tersine kamusal ve özel ayrımını meşrulaştıran egemen söyleme inat, özel olanın politikleştirilmesi gerektiğini gündeme getiren bir perspektif. Bu şiarla yola çıkan kadınların ilk örgütlü eylemi de “mahrem” kabul edilen ailenin teşhirine yönelik oluyor: Dayağa Karşı Dayanışma.
Büyük yankı yaratan eylemden bugünekadar kadınlar, gerçekten hem avcı hem de aslan hikâyelerine karşı durarak kendi tarihlerine sahip çıkmak için mücadele ediyorlar. Kitap, 1980’lerden bugüne İkinci Dalga Feminizm içindeki tartışmaları, eylem ve kampanyaları dergiler üzerinden sunuyor.
Kuşkusuz, burada kadın mücadelesinin, egemen söylemlere karşı yürümeye devam ettiği yolda öğrendikleri de var. Bunların başında Kürt kadınlarla yaşanan dayanışma ve yol birliği çabaları var. Kürt kadınlar, 90’larda kendi dergilerini çıkarıyorlar; Roza, Jujin, Jin û Jiyan hem Kürt hem de kadın olmanın getirdiği deneyimleri katıyor kadın hareketine. Karşılıklı anlama çabaları, bugün birçok yapıda birlikte mücadele etme gücüne ulaşmış durumda.
Yine 90’larda başörtü yasağıyla birlikte öğrenim hakkı elinden alınan kadınlarla yürütülen dayanışmanın, feminist harekete “farklılıkların birliği” anlamında perspektif kattığını belirtmek gerekiyor. Kuşkusuz siyasal İslamcı yükselişle birlikte bu birliğin yer yer tartışma ve gerilimlere neden olduğunu, ancak her şeye rağmen, başörtüsü yasağına karşı duruşun hem özgürlükler mücadelesini ilerlettiğini, hem de despotik devlet geleneğinin sorgulanmasına yol açtığını tespit edelim.
Kitabın son bölümünde yer alan, LGBTİ hareketi ve heteroseksizme ilişkin Kaos GL’de yayınlanan metinler de feminist hareketin ilişkilendiği bir başka toplumsal gruba işaret ediyor. Daha önce hiçbir muhalif hareketin ilişkilenmediği LGBTİ hareketi, özel alanın politikleştirilmesini savunan kadın hareketi içinde özgün bir yer edindi ve özellikle Gezi Direnişi’nden sonra kabul edilen bir toplumsal özne haline geldi.
Hülya Osmanağaoğlu Feminizm Kitabı’nın amacının “bir kadın tarihi yazmak” değil, “feminist hareketin 20’nci yüzyıldaki macerasını metinler üzerinden okumak” olduğunu söylüyor. Bana kalırsa, hayli alçakgönüllü bir ifade olmuş bu; çünkü labirentlerin içinde kaybolmuş olan o “son kapı”yı açmak için başucumuzda bulunması gereken bu kitap, bu topraklarda bir zamanlar yaşamış ve kadınlık adına söz almış olan kadınların tarihini anlatıyor. Resmi tarihin paslı demir kapısıyla meselesi olan herkes okumalı.
Hazırlayan: Hülya Osmanağaoğlu
Feminizm Kitabı: Osmanlı’dan 21'inci Yüzyıla Seçme Metinler
Dipnot Yayınları
978-605-4878-34-5
113x195, 608 sayfa
Baskı Yılı: 2015
(BİRGÜN KİTAP, EYLÜL 2015)