HÜLYA OSMANAĞAOĞLU
(sendika.org 16 Haziran 2020)
Pandemi günlerinde şanslı beyaz yakalı azınlık evden çalışma olanağına kavuşunca ortalık entelektüel tavsiyelerden geçilmez oldu. Evde bilgisayar başında çalışılınca yemek arasında iki bölüm yabancı dizi seyredilip akşam yemeğinden önce kitap okunup yemekten sonra da iki sanat filmi seyredilmesi şartmışçasına listeler sosyal medyada dolaşmaya başladı. İlk iki haftadan sonra sanal müzeleri hâlâ gezmeyenler neredeyse dışlanırken, tüm bu konulardaki seçkileri okuyup inceleyip, hangilerini izlediğinizi ya da okuduğunuzu yorumlar bölümlerine yazmak da bir zorunluluk halini aldı. Tabii aslında bu kadar kültürel sanatsal faaliyet ancak evde işlerini gördürebilecekleri bir kadınla yaşayan erkekler için geçerli olabilir (o da küçük bir ihtimal ama neyse).
Bu pandemi günlerinde yapılan entelektüel-sanatsal öneriler benim gibi uzun yıllardır evde bilgisayar başında çalışanlar için eziklik duygusunun tavan yapmasına neden oldu. Sabahları kalkıp on üçüncü tekrar Aşkı Memnu’yu izlerken Adnan Ziyagil’in tecavüzcü olduğunu mırıldanıp, akşamüstü yirmi üçüncü tekrar Yaprak Dökümü izlerken evin gelini Ferhunde’nin dizide hep hakkı yenen karakter olduğunu düşünen biri için tüm bu “pandemide kaliteli vakit geçirme önerisi listeleri”nin nasıl moral bozduğu sanırım tahmin edilebilir. (Bu arada hâlâ evden çalışanlara bir önemli bilgi vereyim Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin tekrar bölümleri de gündüzleri yeniden yayımlanmaya başladı.) Benim evden çalışırken yaptığım en entelektüel etkinlik akşamları Kelime Oyunu izlemek denilebilir. Ben öyle çalışırken bir yandan iki bölüm dizi bir film izleyip bir felsefe kitabı üstüne bir de roman okumayı beceremiyorum. Bu pandemide günlerinde de işler azalınca evde yapabildiğim en entelektüel faaliyet politik polisiye romanlar okumak oldu. En azından “politik” polisiye filan diyerek entelektüel açıdan içimi rahatlatmadım desem yalan olur. Tabii bu kadar havalı kitap listelerini görünce Agatha Christie serilerimi on beşinci kez yeniden okuma isteğim karşısında kendimi ayıpladım. Ve neticede sosyal medya paylaşımlarının ömrü taş çatlasa iki gün web sitesi yazıları ise bir ömür yaşar diye kendimi avutarak bugünlerde okuduğum politik polisiye serisini anlatmak istiyorum
IRA gerillası mı olsam, polis mi yoksa?
IRA, Kuzey İrlanda, İngiliz sömürgeciliği, savaş ve barış siyaseti, Kürt sorunu bağlamında sık sık gönderme yapılan bir politik mevzu olageldi. Yıllarca İngiliz devletinin, televizyonlarda Sinn Fein lideri Gerry Adams’ın sesinin yayımlanmasını yasaklamasını esefle kınayarak andıktan sonra HDP’lilere haberlerde bile ekranlarda yer verilmediği günlerden geçiyoruz. Hâlihazırda korona riski altında cezaevindeki siyasi rehine olarak tutulanları saymaya zaten bu yazının yeri yetmez. Tam da içinden geçtiğimiz günlerin karamsarlığı içinde Kuzey İrlanda polisiyesi okuyunca romanların havasını yakalamak, adeta söz konusu romanların içinde yaşamak mümkün oluyor. Dipnot Yayınları’ndan çıkan Adrian McKinty imzalı üç kitap, sırasıyla Soğuk Toprak, Sokakta Siren Sesleri ve Yarınsız Ülke bizi 1980-85 arasının Kuzey İrlanda’sına ışınlıyor denilebilir.
Serinin ilk kitabı Soğuk Toprak, sonraki iki kitabın da kahramanı Dedektif Sean Duffy’nin “kısa özgeçmişiyle” başlıyor. Kitabın/kitapların anlatıcısı da yine Dedektif Sean Duffy. Anlatılanları gerçekçi kılan en önemli unsurlardan bir de Dedektif Sean Duffy’nin klasik polisiyelerdeki gibi tam bir kahraman olmayışının ötesinde bir “anti kahramanlık” vasfı da taşımıyor oluşu. Sean Duffy karakterini ilginç kılan ve romanlardaki olay örgülerini öne çıkaran belki de anlatıcının ve kahramanın vasatlığı denilebilir. Soğuk Toprak, Sean Duffy’nin yakın geçmişinin, Kuzey İrlanda’da yükselen savaşla bağlantısının herhangi bir Kuzey İrlandalı için de geçerli olabileceğini anlamanızla başlıyor. Bu ilk üç kitapta Kuzey İrlanda’nın 1981-1985 arası tarihinde (serinin henüz yayımlanmamış kitaplarıyla hikâye 1988’e kadar devam ediyor) yolculuk ediyoruz. Ancak Sean Duffy’nin hikâyesi 1972’de Kuzey İrlanda’da Derry kentinde yaşanan, Kanlı Pazar diye anılan, katliamla başlıyor. Kanlı Pazar’da barışçıl bir insan hakları yürüyüşü esnasında otuza yakın silahsız sivil İngiliz ordusunun açtığı ateşle öldürülüyor. Katliamın sorumlularından hiçbiri yargılanmıyor. Kuzey İrlanda’da yıllarca süren savaşta önemli bir tarihsel dönemeç olan Kanlı Pazar’a dair yazılanları okuduğunuzda 92 Cizre Newroz’unun görüntüleri gözünüzde canlanıyor. Kuzey İrlanda’nın Kanlı Pazar’ının Cizre Newroz’u ile sonuçları bakımından da çok sayıda benzerlik taşımasının yanı sıra bir bütün halinde savaş yılları boyunca yaşananlar da 90’larda Cizre’de Şırnak’ta Diyarbakır’da yaşananları akla getiriyor. Belki de bu yüzden kitabın hikâyesinin atmosferi içinde nefes alıp veremeye başlıyorsunuz.
Sean Duffy de binlerce Kuzey İrlandalı Katolik genç gibi Derry’deki Kanlı Pazar’dan sonra IRA’ya katılmak istiyor. Ancak IRA bölge sorumlusu Dermot McCann (üçüncü kitapta ana karakterlerden biri olacak) üniversite okuma şansı olan Sean Duffy’ye mücadelelerinin eğitimli insanlara da ihtiyacı olduğunu söyleyerek silahlı yapılanmaya katılmasına onay vermiyor. Bundan sonrası okuyucunun siyasal bakış açısına göre yorumlanabilir. Sean Duffy, öğrenciyken bir kafede IRA bombası sonucunda kendisinin yaralanması, arkadaşlarının ölmesiyle savaştan bıktığını ve bir Katolik olmasına rağmen bu nedenle sömürgeci İngiliz devletinin polis teşkilatı RUC’a katıldığını söylüyor. Ama işte politik polisiye okurken politik tarafsızlık mümkün olmayınca küçük burjuva konforlu bir hayatın özlemiyle sömürgecilerin polis teşkilatına girmiş bu adam diye düşünmeden edemiyorsunuz; özellikle evinin dekorasyonun detayları üzerine anlattıklarını görünce.
Sonuçta romanın hikâyesinin başladığı 1981 yılında Sean Duffy, Protestanların fazlasıyla ağırlıkta olduğu, İngiliz devletine bağlı polis örgütü RUC’ta, aslında bir tür halka ilişkiler çalışması sebebiyle istihdam edildiğini bilerek birkaç yıldır çalışıyor. 1981’den başlayarak 1985’e kadar uzanan dört yıl boyunca (ilk üç kitapta) İngiltere siyaseti tarafından önemli gündemlerin bizzat Kuzey İrlanda’daki yaşamı nasıl etkilediğini de görüyoruz. Ancak kitaplarda yer alan tarihsel olaylar sadece bir arka fon olarak kalmıyor bizzat araştırılan cinayet vakalarının hikâyelerinin seyrini de belirliyor. Politik polisiyelerde iki sorun çok sık görülür. Birinci durumda, cinayet vakası genellikle politik derdi anlatmanın vasat bir aracı haline gelir ve didaktik bir sol tarih anlatısıyla karşı karşıya kalırız. İkinci durumda ise politik arka plan cinayet vakasına ilişkin bir atmosfer yaratmaktan çok uzak gereksiz bir eklenti haline gelir. Cinayet vakalarıyla politik tarihin bağlantılarının kuruluşundaki başarı politik polisiyelerde sık rastlanılan sorunları Adrian McKinty’nin romanlarında görmememizi sağlıyor.
Üç kitap
Soğuk Toprak, Papa’nın Mehmet Ali Ağca tarafından vurulmasıyla başlıyor, Bobby Sands ve diğer açlık grevcilerinin eylemleri ve Kuzey İrlanda’da eşcinselliğin ceza kapsamından AET zoruyla çıkmasıyla devam ediyor. İlk kitabın cinayet vakaları birbirinden bağımsız iki koldan ilerliyor. Bir yanda biri IRA bağlantılı iki geyin öldürülmesi diğer yanda eski kocası hâlihazırda açlık grevi yapan bir kadının şüpheli intiharı. Bu ölümleri araştırırken ölen açlık grevcilerinin ardından şehirlerde başlayan çatışmaları, Katolik gençlerin akın akın IRA’ya katıldığını, molotoflamaları, yol yakmaları, trafiğin saatlerce kesilmesini, sabotaj eylemlerini, polislerin Katolik mahallerine ancak özel timlerin korumasıyla girebildiğini görüyoruz. Bombalanan karakollar, yollara döşenen patlayıcılar, özellikle Katolik, yani işbirlikçi polislere yönelik infazlar ise o yıllarda Kuzey İrlanda kentlerinin gündelik vaka-i adiyesinden sayılıyor.
İkinci kitap, Sokakta Siren Sesleri, Falkland savaşının başlamasıyla açılıyor. Yine iki ayrı cinayet vakası çerçevesinde Kuzey İrlanda’daki savaşı soluyoruz. Birinci vaka metruk kapanmış bir fabrikada bir bavul içinde başı kesilmiş kimliği belirsiz bir ceset, ikinci vaka ise paramiliter Protestan örgütlenmelerinden birinde yüzbaşı olan bir adamın IRA tarafından öldürülmesi. Amerikan sermayesinin otomobil fabrikası yatırımı, ABD’nin Kuzey İrlanda’daki savaşa yaklaşımı, IRA’nın ABD’deki diasporadan aldığı destek gibi konular bu cinayet vakaları araştırmasının bir parçası olarak olay örgüsünde yer alıyor.
Üçüncü kitabın, Yarınsız Ülke’nin siyasal arka planı İngiltere’deki madenci grevi. Grevin sıkıştırdığı Thatcher hükümetinin ilgiyi dağıtmak için Kuzey İrlanda’da sertleşen savaş politikaları çok tanıdık geliyor kuşkusuz. İnsan ister istemez Avustralyalı bir beyaz okurun bu kitapları okursa ne anlayacağını merak ediyor. İlk kitapta Dedektif Sean Duffy’nin IRA’ya katılmasına izin vermeyen Demott McCann bu kitapta olay örgüsünün merkezinde yer alıyor. Ancak ikinci bir vaka bu kitapta da var ve bu kez kapıları içerden kilitli ve sürgülü bir barda intihar ettiği söylenen kızının cinayete kurban gittiğini düşünen annesinin Sean Duffy’den olayı çözmesini istediğini görüyoruz. Tabii yine Kuzey İrlanda’nın sıradan siyasal rutini içinde İngiliz gizli servisi MI5 komplolarına, IRA’nın nasıl tüm Katolik halkın içinde kök saldığına ve aslında gündelik hayatın denetimini elinde tuttuğuna tanıklık ediyoruz.
Kuzey İrlanda artık sizden sorulacak
Dedektif Sean Duffy’nin binmeden önce her sefer ama her sefer patlayıcı var mı diye otomobilinin altını kontrol etmesine o kadar alışıyorsunuz ki o unuttuğunda seslenip hatırlatmak ister hale geliyor sonra da kontrol etmediğini hatırladığında döktüğü soğuk terleri sırtınızda hissediyorsunuz. (Burada parantez açıp politik itikadımızda bir sorun olmadığının altını çizelim. Bir işbirlikçi polisin hayatını umursadığımdan değil cinayet vakaları çözüme ulaşmadığı ve katili merak ettiğim için hayatta kalmasını önemsediğimi belirtmek isterim!) Tüm bu savaş haline eşlik eden işsizlik ve yoksulluk, hem Thatcher döneminin neoliberal politikaları hem de savaş nedeniyle kapanan fabrikalar, artan kara para dolaşımı, Katolik ve Protestan işçi sınıfının aynı kaderi paylaşıyor olduğunu gösteriyor. Grevler, elektrik kesintileri, devasa boyuta ulaşan işsizlikle esnafın da kepenk kapatması bir arka fon olmanın ötesinde bizzat cinayet vakalarının içinde doğduğu savaşla ve şiddetle şekillenen toplumsal koşulları anlatıyor. Bu yüzden ilk kitabın daha ilk sayfalarında polisler aralarında Kuzey İrlanda’da seri katil olamayacağını çünkü seri cinayet işlemek isteyenlerin Katolik ya da Protestan taraftaki silahlı gruplardan birinde bu arzusunu kolayca tatmin etme imkânı bulduklarını konuşuyorlar. Özellikle maddi durumu yeterli ve/veya eğitimli olanların Kuzey İrlanda’dan ayrılıp ABD’ye Avustralya’ya ya da İngiltere’ye göç etmesi kitaplarda sık sık konu olurken kimsenin kitaptaki adıyla “Güney”e, İrlanda Cumhuriyeti’ne göç etmemesi dikkat çekiyor.
Kitaplardan birini okuduğunuzda zaten merakla diğer ikisini de okumak istiyorsunuz. Ben üçüncü kitap olan Yitik Ülke’den başladım ve geriye doğru gittim. İkinci olarak Sokakta Siren Sesleri’ni ve en son da ilk kitap olan Soğuk Toprak’ı okudum. Kronolojik olarak tersten başladığım için rahatlıkla söyleyebilirim ki her kitap kendi içinde gayet bütünlüklü bir akışa sahip. Üstelik hikâyelerin geçtiği politik atmosferin anlatılışı sanki pandemi döneminde Kuzey İrlanda siyaseti üzerine önemli araştırmalar yapmışçasına fikir anlatabilmenizi mümkün kılacaktır. Yani entelektüel ortamlarda politik polisiye okudum diyerek kendinizi ezik hissetmenize gerek kalmayacak… Kesin bilgi…