Haden Öz
şafaktan korkuyorlar,
görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.
Yağmurda çırçıplak yıkanır gibi ağlamaktan,
sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar.
– Nâzım Hikmet
"Bazen gerçeği görür, kabullenmek istemeyiz. Bazen tutunabilmek için gerçeği ararız. Bazen de yaşanan her olayda tek gerçek varmış gibi düşünürüz. Oysa gerçek herkese göre farklıdır. Olayları kendimize göre eğip bükerek öznel gerçeğimizi yaratmada üstümüze yoktur. Sonra da kendi yarattığımız gerçeklerin peşinden koşarız, ya da kaçarız gerçeklerimizden. Gerçek dediğin tam olarak nedir? Hangimizin gerçeği Avukat Bey?" (s. 7)
Böyle başlıyor Selahattin Demirtaş'ın ilk romanı Leylan. Bir öykü, şiir, roman veya bir deneme daha ilk cümlesinden okuru çarpabilir. Bu cümleler hangi okurun ilgisini çekmez ki? Beni Murat Uyurkulak'ın o enfes Tol romanının ilk cümlesine götürdü: Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve güzeldi.
Böyle ilgi çekici bir giriş yazıp hikayeyi onun üzerine kurmanın sancısını yaşamayan yazar yoktur sanırım. Kim bilir kaç yüz, belki bin, cümle yazılıp silinmiştir o ilk cümleyi yazmak için. Nitekim kitabın sonundaki ‘Teşekkür’ kısmında Selahattin Demirtaş kitabın ortaya çıkış hikayesini de anlatıyor. Elinizde en az dört, beş kez sil baştan yazılmış bir roman var. Bu da yazarın ne kadar titiz çalıştığını, okurunun karşısına içine sinen bir metinle çıkma gayretinde olduğunu gösterir. Leylan, aslında Seher'den sonra yazılmış, sonra bir kenara atılmış, yazarını "sanırım bir daha edebi metin yazamayacağım" hissine sürüklemiş, Devran’ı yazmaya itmiş, tekrar kendini hatırlatmış ve uzun bir cebelleşmeden sonra nihayet okurla buluşmuş bir roman. Bütün bunları yazıyor olmam romanın edebi değerine bir şey katmaz yine de. Çünkü bir edebi metin, niteliği ne olursa olsun okur ve zaman nezdinde bir karşılık bulmadığında ne yazık ki unutulup gider. Onun için bu sözlerim Leylan okurlarına değil, daha çok Selahattin Demirtaş'ın edebi metinlerini okumadan yargılayan, okuyup burun kıvıran, önyargıyla yaklaşan ve üretkenliğine haksızca saldıranlara. Edebiyat öyle sizin düşündüğünüz gibi metin veya yazar kayırmaz!
Peşinen söyleyeyim Leylan, Selahattin Demirtaş'ın edebi yolculuğunda ana istasyonlardan biri olarak yerini alacak; diliyle, karakterleriyle, olay örgüsüyle, kurgusuyla. Artık hiç edebi metin yazmasa, ki öyle bir hisse kapıldığını söylüyor kitabın sonunda, yazdığı üç edebi metinle yıllarca adından söz ettirecek.
Leylan, iki ana hikaye etrafında ilerliyor diyebilirim. Birincisi Kudret, Serap (Serap’ın Kürtçesi Leylan), can dostları Kemalettin ve Süphan etrafında, Kudret’in Leylan’a olan aşkını merkeze alıyor. Romanın dörtte birlik bölümüne denk geliyor bu bölüm. Yazar bu bölümde Diyarbakır’ı mekan olarak seçmiş. Kudret’in Serap’a olan platonik aşkını, ki Kudret’e göre gerçek aşk budur, eğer aşkını dile getirip onu ete kemiğe büründürürse aşkın biteceğini düşünür, can dostları Kemalettin ve Süphan ile maceralarını Diyarbakır’ın siyasi ve kültürel iklimini göz ardı etmeden dile getiriyor. Kudret’in Kemalettin ve Süphan ile dostluğu şu sözler üzerinden dile gelir: "Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız. (s. 27)
Politik göndermeleri, resmi ideoloji eleştirisi, sokağa çıkma yasakları, anadilinde eğitim vurgusu ajitatif bir renge ve sese bürünmeden ‘sıradan’ karakterlerin ‘sıradan hayatları’ üzerinden anlatılmış. Demirtaş mizahı elden bırakmamış. Bence kitabı okurken mümkünse bir şeyler içmeyin nerede ne zaman kahkaha atıp püskürteceğiniz belli olmaz. Elbette yanınızda mendil de olsun, arada gözünüze toz kaçabilir!
Demirtaş’ın içerde Kürtçe çalıştığını söyleşilerinden okumuştuk. Romanda özellikle Diyarbakır'ı mekân olarak alan bölümde Kürtçe-Türkçe kelimeler üzerinden (özellikle sesteş olup ama iki dilde tamamen farklı anlamı olan) anlamlı, ilgi çekici, düşündürücü şeyler yakalaması, yazarın iki dildeki ustalığını ve de sıkı bir dil işçiliği yaptığını da gösteriyor.
Satırların arasına serpiştirilmiş aforizmalar var ama bunlar oldukça yalın ve metnin akışını bozmuyor, sırıtmıyor. Birkaç örnek vermem gerekirse:
"Düşünsene, akıp giden zamanın içinde senin varlığınla yokluğun arasında hiç fark yok!" (s. 47)
"Çaresizseniz, üstelik hem yoksul hem çaresizseniz, göze alamayacağınız şey yoktur." (s. 57)
"Hayat bu işte; yaptığımız herhangi bir şey biz farkında olmasak da bir yerlerde birilerinin yaşamını etkiliyor, belki tümden değiştiriyordur. Kim bilir, belki yaşarken değil, ölürken sebep oluyoruzdur bu değişikliklere."(s.63)
Romanın ikinci ana hikâyesi diyebileceğim bölümde Kudret, Kemalettin, Süphan ile Serap’ın ilkokul arkadaşları Netice’nin yazdığı bir romanın karakterini tamamlamak için Diyarbakır’a gelmesi Hayat Hep Yarımdır adlı romanını Kudret’e vermesiyle yeni bir hikayenin içine sürükleniyoruz. Bu bölüm şöyle bir epigrafla başlıyor:
"Bazen kafamızdaki karmaşayı gidermeden yaşamaya devam edemeyiz; bazen gidersek bile devam edemeyiz. Hayat kafamızın içindeki midir? Dışındaki mi? Çoğu zaman bilemeyiz." (s. 69)
Bu bölümde beyin cerrahı Sema ile tarih doçenti Bedirhan'ın, barış bildirisine imza attığı için üniversiteden ihraç edilmiştir, ve çocukları Mazlum ile Deniz'in hikayesini okuyoruz. Barış akademisyeni Bedirhan'ın üniversiteden atıldıktan sonra mücadelesine devam etmesi, can dostu Celal'in barış bildirisine attığı imzayı geri çekmesi ve bunun neticesinde yaşadıklarını sorgulama aşamasına gelmesi, Sema'nın Bedirhan ile yaşadığı sorunlar romanın merkezine oturuyor bu bölümde. Bu bölümün ana hikâyesi İstanbul'da başlayıp Zürih'e uzanıyor, oradan Nusaybin'e varıp son buluyor. Gerçi tam olarak tamamlandığını söyleyemeyiz. Çünkü biz hâlâ bir okur olarak Kudret'in elindeki Hayat Hep Yarımdır roman taslağını bitirmişizdir.
Beynindeki ur için ameliyat olacak olan Bedirhan'ın aynı gün kaza yapması ve öyle ameliyata alınması romanı farklı bir kulvara sürüklüyor. Bu kulvarda hem kurgu hem karakterler bir geçişkenlik kazanıyor ve kendimizi bir bilim-kurgunun içinde buluyoruz adeta. Yazar tıbbi terimleri o kadar yerinde kullanmış ki tanımayan tıp okumuş sanacak:)
anın özellikle Zürih'teki bölümü bilim-kurguya yakın. Diyarbakır, Nusaybin ve İstanbul'daki bölüm ise daha farklı. Bir de mekanlar değiştikçe yazarın dilinin değişmesi de romanın artılarından. Diyarbakır'daki hikayede Kürtçe ve Türkçenin bir aradalığı mesela.
Leylan'da neredeyse her karakterin bir şekilde bir diğer karakterle bağı var. Yazar bu bağlantıları kurgularken o derece sürprizler yapmış ki eminim ki okurken "Yok artık!" nidaları sıkça çıkacak ağzınızdan. Bazen karakterler karşı cinse dahi geçiş yapıyor. Nasıl mı? Onu da söyleyip sürprizleri bozmayalım.
Romanda geçen başlıca karakterler: Serap, Kudret, Kemalettin, Süphan, Netice, Sema, Bedirhan, Celal, Linda, Mutlu, Mazlum, Deniz, Sakine Ana, Bahtiyar.
Leylan'ın kurgusu, olayların akışı, bir puzzle gibi parçaları birleştirdikçe ortaya çıkan tablo karşısında durup hayranlıkla bakıyoruz o resme. Aslında romanı bir okur olarak biz yazıyormuşuz hissine kapılıyoruz yer yer. Bu da Demirtaş'ın öykücülüğünü bir basamak ileriye taşımış diye düşünüyorum. Bunu derken öyküyü küçümsemiyorum elbette, romanla ikisinin çok ayrı olduğunu söylememe gerek yok. Bir okur olarak keyifle okuyacağınız edebi lezzeti tadacağınız bir roman Leylan ve çokça konuşulacağına şüphem yok.
Seher ve Devran ile kıyaslandığında Selahattin Demirtaş Leylan'da sınırları 'ihlal' etmiş diyebilirim. Daha önce Oggito'da yaptığımız söyleşide yazarken ne kadar özgür olduğunu sorup "Düşünün, âşık olan karakterleri doğru dürüst öpüştüremedim bile daha ☺ Romanımda birazcık öpüşürler belki ☺" esprili yanıtını almıştım. Leylan'da hem argo sözcükler yerinde kullanılmış, karakterlerin ağzında iğreti durmamış, hem de karakterler sevişmiş:)
Leylan'ı okurken güldüm, ağladım, düşündüm, öfkelendim, şiirlere, şarkılara yol aldım,umut, mutluluk, haz, ölüm, yaşam, yaşamın anlamı üzerine düşündüm. (Bu arada romanda bir şarkı sürprizi var, şairler, yazarlar ve filozoflar var.)
Selahattin Demirtaş, Leylan'da felsefi tartışmalara da giriyor. Özellikle Sema ile Bedirhan'ın mutluluk, haz, yaşamın anlamı, kapitalizmm, teknoloji üzerine tartışmaları keyifle okunuyor. Birkaç alıntı bırakayım buraya:
"Hayat, mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinde koşarken mutlusundur." (s. 277)
"Sevgide de aşkta da böyledir bu. Kendi anlam arayışını bağnaz bir öncü gibi sevdiğine dayatan kişi onu ancak köleliğe yaklaştırır, özgürlüğe değil. Evet özgürlüğü olmayanın 'anlamı' da olmaz, 'anlamı' olmayanın mutluluğu da olmaz Bedo." (s. 278)
"Anlamlı bir yaşam uğruna mücadele ederken bazen işin öznesini, yani yaşamın kendisini araçsallaltırıyoruz. Mutlu olmayı ya unutuyoruz ya da mutluluğu anlamlı bir hayatın "büyüsünü, kutsiyetini" bozacak olan gamsızlık olarak düşünüp olabildiğince uzak durmaya çalışıyoruz. Kronik mutsuzluklarımıza umarsızca çözüm arayıp duruyoruz sonra. Anlam ile mutluluğun bağını koparıp çırpına çırpına boğuluyoruz bunalımlarımızda." (s. 128)
Beni düşündüren, çağrışımlarla beni başka okumalarıma götüren, hafızama güzel sürprizler yapan, hafızanın derinliklerinden bir şeyleri çıkarıp beni sevindiren, hüzünlendiren metinleri seviyorum. İşte Leylan da benim için öyle bir roman.
Şimdi yazının en başına dönelim, Nâzım Hikmet’in "Korku" şiirinden alıntıladığım dizelere. Selahattin Demirtaş’ın fikirlerinden, duruşundan, sıkı muhalefetinden, bir tweet ile seçim kazandıran siyasi gücünden, bulaştırdığı cesaretten korkuyor efendiler! Korkmaya devam etsinler. Çünkü dört duvar arasına atıp etkisini kırmaya, unutturmaya çalıştıkları, kendi koydukları yasaları dahi çiğneyip içerde tuttukları Selahattin Demirtaş savunmalarıyla, edebi üretimleriyle bu coğrafyanın sınırlarını çoktan aştı.
Ve son sözü yazara bırakalım:
"Özünde iyi bir insan olduğunu düşünüp insanların mutluluğunu istiyor olabilirsin, bu seni tam anlamıyla iyi bir insan yapmaya yetmez, sadece zararsız biri yapar. Ama insanların mutluluğu için bir şeyler yapma imkanın varken yapmıyorsan, bu seni kesinlikle kötü bir insan yapar. Bana kalırsa iyi insan olmanın temel kriteri, başkalarının mutluluğuna açılan kapının anahtarını rehin gibi elinde tutmamaktır. Ya hiç kimseye mutluluk vaat etmeyeceksin ya da bu şekilde ele geçirdiğin anahtarı rehin olarak kullanmayacaksın. (...) Özgürlüğü olmayanın mutluluğu da olmaz Sema. Senin mutluluğun bana değil, sana bağlı olmalı, onun yeri benim çelik kasam değil, senin yüreğin olmalı. Onu nasıl kullanacağını da, yaşamının anlamına nasıl dahil edeceğine de karar verecek olan sensin." (s. 274-275)
*Romandaki bir cümleye atfen yazdım başlığı.
(Oggito 23 Ocak 2020)