SÖYLEŞİ SONER SERT
DUVAR 12 Mart Cuma 2021
DUVAR - Dipnot Yayınları, son yıllarda edebi eser konusunda farklı bir türde yayım yapmaya başladı. Polisiye edebiyatın yalnızca siyasi-polisiye türüne odaklanan ve dünyanın farklı yerlerinde süren siyasi mücadeleleri polisiyeyi odağa alarak anlatan romanları yayımlayan Dipnot Yayınları ekibinden Merih Cemal Taymaz ile bir araya geldik.
Merih Cemal Taymaz’ın yaşamı “anlatsam roman olur” cinsinden bir hayat. Devrimci mücadeleyle tanışması, mülteciliğe uzanan süreç ve hikâyesini dinlediği mültecilerin onu siyasi-polisiye türüne hazırlaması… Tahmaz’la siyasi-polisiye edebiyatı ve solun bu tür ile konuştuk.
Klasik olarak başlayalım. Sizi tanıyalım öncelikle…
Gençlik yıllarımı, 1970’lerin ortalarına kadar İstanbul’da geçirdim. Babam, aydın, idealist bir öğretmendi. Okumayı çok severdi. Dolayısıyla biz de üç kardeş erken yaşlarımızdan itibaren çok okur olduk. 1971 Darbesi’ni önceleyen yıllar, Türkiye’de siyasetin hızla kabardığı yıllardı. Özellikle de İstanbul’da. Ben tam kıyıdaydım. Belki siyasete bedenimin henüz bir iki numara küçük gelmesi, belki de siyaseti hafifçe kenarında kalarak izlememe imkan veren zaman ve mekan aralıkları, sinema tutkum-Sinematek üyeliğim- (o zamanlar, Fındıklı’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde küçük bir salonu vardı Sinematek’in), ayrıca madem konumuz bu, Ray Bradbury’nin aslında distopik bir kurgu olan 'Fahrenheit 451' adlı romanından François Truffaut’nun adapte ederek çektiği filmi (ki o zaman olduğu gibi şimdi de politik bir polisiye olarak seyredebilirim bu filmi) ilk kez burada seyretmiştim, hemen ardından yine Truffaut’nun "Jules ve Jim"i, "400 Darbe"si ve onlarca başka filmi…Bunların yanı sıra yeni yeni zuhur eden underground diskolarda enfes parçalarıyla Led Zeppelin, Jethro Tull, İron Butterfly, Janis Joplin belki, belki de etrafımı saran o tadına doyulmaz kozmopolit nebula yüzünden. Ve yavaş yavaş açıldı siyaset kapıları. Bu arada Ala Rızgari ile tanışma. Beşikçi Hoca, Hatice Yaşar, Mehmet Uzun ile sohbetler, lise çevresiyle karşılaştırmalı Gramsci ve Dimitrov okumaları, siyaset egzersizleri. Ne zaman başladığımı unuttuğum uzun bir lise hayatından sonra 1975’te Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdim. 1985 yılına kadar süren aktif bir devrimci mücadeleden sonra, hayatımın yarısından fazlasını geçirdiğim bir ülkedeyim şimdi. İsviçre’de, tarım okulunda hademelik, hayvanat bahçesinde hayvan ve bahçe bakıcılığı, ve daha sonra da mikro entegre devre operatörlüğü gibi işlerde çalıştım ve emekli oldum.
Mülteci olarak yeni geldiğiniz ülkede kabul edilmek, tutunabilmek, çalışmak, dil öğrenmek, meslek edinmek gibi sorunların çözümü için uğraştığınız ilk birkaç yıl içinde, doğal olarak aynı sorunlarla baş etmeye çalışan, yasal statüleri sizinle aynı, yeni geldikleri ülkenin insanlarına, kurumlarına, sosyal/politik alışkanlıklarına sizin gibi henüz uyum sağlayamamış diğer ülkelerin mültecileriyle daha yakın olur, hikayelerini dinlersiniz, kendi hikayelerinizi anlatırsınız onlara. Bu ilk yıllarda edindiğim mülteci arkadaşlarımın, onlardan dinlediğim hikâyelerin ve o hikayelerin öncesini, sonrasını öğrenme merakımın, politik polisiye türüne özel ilgi duymamda çok etkisi oldu. Tamiller, Eritreliler, İranlılar, Latin Amerikalılar... Bir örnek vermek gerekirse, kendisi de göçmen işçi statüsünde olan, daha Salazar döneminde Portekiz’i terk etmek zorunda kalmış ama Karanfil Devrimi’ne ve aşağı yukarı bir buçuk yıl sonra da İspanya’da Franco’nun cenazesine yetişmeyi başarabilmiş, anlatmayı dehşetli seven bir arkadaşım olmuştu o yıllarda. Çok geçmeden, bu kez de kendisinin ‘’tatlı İberik kaşıntımız’’ dediği, bizim de Türkiye’de Kürtler dolayımında farklı bir politik illüzyon içinde mesafe ayarını tutturmaya çalıştığımız (ama ne yazık, bir türlü başaramadığımız) türden bir bağ(lılık)/ solcu bir gönül yatkınlığı nedeniyle, bu kez de eli kulağındaki Nikaragua Devrimi’ne açılmış. Kelimenin tam anlamıyla. Gemilere ‘hurda aksam’ olarak yüklenen mekanik parçaları, arkadaşlarıyla birlikte Nikaragua’da silah olarak takıştırmışlar birbirlerine. Bu türden hikayeler zamanla arttı; değişik kıtalardan, ülkelerden önce sohbetlerimize, yavaş yavaş da kitaplıklarımızın raflarına dolmaya başladı. Emekli olduğumdan beri bu hikayeleri daha çok kitaplardan izliyorum. Otuz yıl öncesiyle kıyaslandığında çok daha hızlı bir edisyon trafiği söz konusu.
Polisiye, kavram olarak bakıldığında çok yaygın bir tanımı kapsıyor. Siz hazırladığınız diziye ‘’siyasi polisiye’’ diyorsunuz. Ne demek siyasi-polisiye?
Siyasi polisiye kavramının, yanlış anlaşılma ihtimali yüksek bir tanımlama olduğunu ileri sürerek entrikanın dozunu biraz daha yükseltelim (ve devlet katına taşıyalım) isterseniz. Bir kavram için, aynı etimolojik kökten gelen üç ayrı kelimeden – politika, polis ve şehir- ağırlıkla ikisini, yeri geldiğinde anlaşılmasını istediğimiz bağlamda üçüncüsünü de hatta - belki eklemeden ama kastederek en azından - kullandığımızda totoloji yapmış olmaz mıyız ? Politik bir romanın, tarihi bir romanın hatta polisiye bir romanın içine neden sığmaz ‘’siyasi polisiye’’? Birinci ve biraz anlamsız soruyu, belki bizi cevaba daha kolay yaklaştıracak şekilde açmaya çalışalım.
"Şehrin" sakinleri ya da ülkenin vatandaşları "normal zamanlarda" bu üç ayrı kelimenin illiyeti konusunda tereddüt taşımazlar. Ama yöneticilerin, "şehir’’ sakinlerinin taleplerini politikalarıyla karşılayamadıkları, ahalinin, memnuniyetsizliğini o zamana kadar görülmemiş yol ve yöntemlerle göstermeye başladığı ve polisin de yöneticilerin politikaları doğrultusunda huzur bozucu misyonuyla, takip, engelleme ve yakalama amacıyla veya çeşit çeşit silahlarıyla yok etmek için ahalinin karşısına dikildiği durumlarda bu üçlü birlik insanların zihninde çözülür ve polis de ayrı(-calıklı) bir yer edinir günlük hayat içerisinde. ‘’Burada siyasi polis var!’’, dediğimiz andan itibaren, siyaseten ve şiddetle karşı karşıya gelen kesimlerin hikayeleri/‘polisiye’leri de dillendirilmeye, yazılmaya başlar. Birkaç yıl, bir on yıl ya da yirmi yıl sonra da olsa, yenilgi(ler)den sonra da olsa. Görüldüğü gibi, aslında hiçbir ülke, hiçbir siyasi kargaşa dönemi, polisin fiili ve fiziki olarak dahil olduğu hiçbir politik süreç, kitaba aktarılmaktan yakasını kurtaramaz. Ve buna en uygun tür, polisin, ilk satırından son satırına kadar siyaseten ensenizi bırakmıyor oluşu nedeniyle "siyasi polisiye"dir. Biraz farklı özellikleri nedeniyle, Dipnot Yayınları’ndan çıkan iki kitaba dikkat çekmek isterim burada. 'Açların Şöleni' ve 'Louise’in Romanı' kitaplarının yazarları ve kahramanları kendilerini anarşist olarak tanımlıyorlar ve hem Didier Daeninckx hem Henri Gougaud, Paris Komünü’nü ve sonrasını anlattıkları bu kitaplarını "tarihsel kurgu" olarak sınıflandırmayı tercih ediyorlar. Biz bu iki kitabı, bir yandan siyasi polisiye türünün henüz genel kabul gören, nihai bir tanımının yapılmamış olmasının ve tanıma dahil edilebilecek bazı ortak özelliklerinin yeni yeni tartışılıyor olmasının verdiği rahatlıkla, bir yandan da her iki kitabın kahramanlarının anlatılan hikayelerinin, olayların üzerinden görece kısa (Louise’in hikayesinde biraz daha uzun) bir süre geçtikten ve mekan da değiştikten sonra (sürülmüşlerdir, mahkûm ya da mültecidirler artık) kaleme alındıkları izlenimi veren üslupları ve kendilerine karşı yürütülen idari, hukuki süreçlerde ve cezalandırma keyfiyetinde siyasi polisin rolünün kuvvetli bir biçimde hissedilmesi nedeniyle, türle ilgili şu anda var olan kafa karışıklığında pay sahibi olma pahasına dizimize dahil ettik.
Devletin ve polisin baskılarının az ya da çok hissedildiği bütün siyasi süreçler ve o süreçte yaşanan bütün çatışmalı, çekişmeli tekil olaylar/ olay dizisi, ‘’siyasi polisiye’’ türünün ilgi alanındadır dersek doğruya yakın bir fikir vermiş oluruz muhtemelen. Öncesini bırakıp, Cumhuriyet tarihinden başlasak bile, Mustafa Suphi’nin Karadeniz’de yoldaşlarıyla birlikte öldürülmelerinden Sabahattin Ali’nin katledilmesine, Dersim katliamından Van Özalp’de 32 Kürt köylüsünün yargısız kurşuna dizilmelerine, 1 Mayıs, Maraş ve Çorum katliamlarına, 33 askerin pusuya düşürülmesinden Bavul Cinayeti’ne, İlyas Aydın Olayı’na, örgüt içi infazlara, faili meçhul cinayetlerden Susurluk Kazası’na, Roboski Katliamı’ndan 15 Temmuz darbe girişimine… Türün, Türkiye dışındaki örneklerine Türkiye’de karşılık gelebilecek ve hala birçok açıdan aydınlanmayı bekleyen olaylarından birkaçı bunlar sadece. Belki bunlar kadar akıllarda kalmamış olan yüzlerce örnek de fazlası.
'SİYASİ-POLİSİYE TÜRÜ KİTAPLARIN AKTARMAYA ÇALIŞTIKLARI ŞEY GERÇEKLERİN İFŞASIDIR'
Bahsettiğiniz tür, yapısı itibariyle siyaset bilgisi de gerektiriyor. Örneğin, sizin politik değerlerinize uygun olmayan fakat iyi yazılmış bir siyasi-polisiye kitabıyla karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz?
Siyasi-polisiye türü kitapların okuyucuya aktarmaya çalıştıkları şey temel olarak gerçeğin ya da gerçeklerin ifşasıdır. Gizlenmiş, unutturulmuş, çarpıtılmış, hiç bilinmeyen bir olayın, olaylar dizisinin açığa çıkarılmasıdır. Bu yapılırken, arka plan ya da gerçeklerin konumlandığı zemin de doğru kurulmalı, kurgunun detayları doğru seçilmelidir. Aksi takdirde, bu tür durumlarda hemen her zaman olduğu gibi, hakikatin üzeri siyasetin kalın örtüsü ile kapanmış olur. Bizim tarafımızdan baktığımızda, "Tamam. Yenildik ama şurada da şunlar şunlar oldu" demek isteriz, siyaseti bir yana bırakıp. Siyaset, yine genelleştirmeden söyleyeyim, anlattığımız polisiye olayın kendisi gibi geçmişte kalmış, gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için gerekli bilgi ve olgular sıralamasında alt sıralara düşmüştür. Çoğu zaman, otopsisi yapılmak üzere mezardan çıkarılacak bir kadavranın üzerinden kaldırılan toprak kadar önemlidir ancak. İncelenir, analize gönderilir toprak ama gerçek cevabı verecek olan şey, kadavranın kendisinden toplanacak bilgidir. Bu yüzden okuyucular açısından, illa siyasi bilgiye değil de asgari bir ilgiye sahip olmaları yeterlidir, ortaya çıkan/çıkacak olan gerçeği kabullenmek için. Saf, dişe diş bir kavganın görüntülerini izleyecekler, tarafların içlerinden geçen duyguları ve düşüncelerini okuyor olacaklar, sahip oldukları ve olmadıkları araçları bilecekler, güçlü ama haksız oldukları, güçsüz ama haklı oldukları yanlarını öğrenecekler kitaptan. İdeolojik bağnazlıklarını ve manipülasyon ihtimallerini ayrı tutuyorum burada.
İyi yazılmış bir siyasi polisiye kitabı değerli kılan şey yalnızca ya da ağırlıkla siyaseten en doğru yerde (ki bu oldukça izafi bir kriterdir ve okuduğunuz örnekler çoğaldıkça, bir olay, bir dizi olay, bir süreçle ilgili kabul edilebilir doğrunun ne kadar değişken, anlık ve beklentilerinizin dışında gerçekleştiğini de görürsünüz. Hem kitabın yazarının, kahramanlarının siyasi pozisyonlarını hem de sizin kabullerinizi zorlayan olgulardır bunlar) duruyor olması değildir. Latin Amerika’dan ve Avrupa’dan birkaç istisna dışında sağcı/aşırı sağcı yazarlar arasında bu türe rağbet eden yoktur zaten. Siyasi polisiye, 1968’den beri solcu yazarların egemen olduğu bir alan olarak tanımlanır. Sırf rejime karşı radikal eleştirileri olduğu için, bu türün kaliteli kitaplarını yazmış olan Kübalı Leonardo Padura’yı es geçemeyiz. Siyasi polisiye yazarı olmaktan çok, iyi bir romancı ve politik deneme yazarı olarak tanınan Perulu (ve İspanyol vatandaşı) Vargas Llosa’nın mükemmel tarihi/politik kurgusal romanlarını sadece sağcı olduğu için okumamazlık edemeyiz. Ya da artık günümüzde yeni romanın değil, sadece polisiye romanın, klasik edebiyatın giriş, muammanın açılması ve sonuçtan oluşan çatısını korumaya devam ettiği için tür olarak onun mirasçısı olmayı hak ettiğini söylemiş olan Borges’i de okumayacak mıyız sağcı olduğu için? Siyasi Polisiye Dizisi’nde kitaplarını yayınladığımız Adrian McKinty siyaseten liberaldir. Kahramanı Duffy’ye yakın bir yerde duruyor. Okurken bazen Duffy’ye kızdığımı, ara sıra küçük küçük küfürler ettiğimi hatırlıyorum. Ama o hengamenin içinde sempatik bir duruşu vardı yine de.
Yayına hazırladığınız kitapları neye göre seçiyorsunuz? İlk başta göze çarpan, konu itibariyle Avrupa’da geçiyor olmaları. Sizin öncelikleriniz neler?
"Siyasi Polisiye Dizisi" projesi için sohbet etmeye başladığımız dönem, hepimizin aklında daha geniş bir coğrafyaya yayılan ülkelerden kitaplar çevirerek yayınlamak vardı. Latin ve Orta Amerika’dan, Kuzey ve Güney Afrika’dan, Balkan ülkelerinden. Bu temennimizi hala koruyoruz. Çünkü bir miktar ihtiyat payı bırakarak söyleyelim, bu ülkelerde yaşanmış ve yaşanmakta olan siyasal süreçlerin, edinilen toplumsal tecrübelerin, baskı mekanizmalarının birbirine benzer oldukları, bu nedenle öncelikle bu ülkelerdeki hikayeleri okuyarak başlamamızın ilgi çekici olabileceğini düşündük, düşünüyoruz. Ancak yayıncılığa has bazı güçlükleri o başlangıç döneminde aşamadığımız için Avrupa kaynaklı kitaplar öne çıktı. Konuları Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde geçen kitapları öncelemiş olmamızın içgüdüsel bir nedeni de vardır belki, kim bilir?
Uzun yıllar boyunca, Türkiye’ye benzer özellikleri ve 71 öncesinde silahlı mücadeleyi savunan örgütlerin bir dönem mücadele çizgilerinde bu ülkelerdeki hareketlere öykünmüş olmalarının da etkisiyle (haklı olarak) ilk sözünü ettiğimiz ülkeler zihnimizi daha fazla meşgul etmiş olmalarına rağmen, tarihsel ve politik olarak Avrupa’ya komşu oluşumuzun, her konuda olduğu gibi, yayıncılık konusunda da Avrupa ülkeleriyle kültürel/siyasal bir alışverişin kurulmasını kabullenmeyi kolaylaştırıcı bir rolü olduğunu söylemek gerek. Gerçekten de geriye doğru dönüp baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu’nun Meşrutiyet dönemlerinden başlayarak, sadece sol hareketlerin değil, toplumsal dönüşüm dönemlerinde öne çıkan bütün siyasi hareketlerin, partilerin, akımların (ama özellikle solun) da teorik kaynakları, politik çerçeveleri, örgütsel referansları günümüze kadar ağırlıkla Avrupa’dan esinlenmiştir. Önümüzdeki dönemde bu tür kitapları yayınlarken coğrafi bir dengeyi gözetebilmeyi umuyoruz.
Sol, yazıyla kurduğu ilişkide kuramı önceler daha çok. Onu okur ve anlamaya çalışır. Keza edebiyatın da daha çok toplumcu gerçekçi romanlarını tercih eder. Polisiyelerin, solcu okur nezdinde pek karşılığı yok gibi. Siyasi-polisiyeyi baz aldığınızda solcu okura hitap ettiğini düşünüyor musunuz?
Solda anomali olarak değerlendirebileceğimiz birçok durum var. Bunu bir eleştiri konusu olsun diye söylemiyorum. Siyasi-polisiye neden az okunuyor bizde? Genel bir eğilimden söz ediyorsak bu da bir anomalidir. Bireysel olarak insanlar şu edebi tür yerine bir başka türü tercih edebilirler. Ama nispeten kalabalık, potansiyel bir okuyucu kitlesinde teşhis edilen ortak bir tavrı izah etmek için belki başka yerlere de bakmak gerekir. İnsanlar muhtemelen bir siyasi-polisiyeden beklentilerini zaten gündelik hayatlarında sıkça karşılaştıkları örnekler aracılığıyla karşıladıkları düşüncesindedirler Türkiye’de. Gerçekten, herkesin kendi siyasi geçmişi boyunca şahit olduğu, üzeri örtülmüş, failleri meçhul kalmış, artık dosyalarına bile ulaşılamayan o kadar çok olay var ki. Türkiye’nin gittikçe sıkışan siyasal gündeminde kalıcı hale gelen bu kayıp demokrasi koşullarında başka yerlerde işlenmiş günahların, başka cehennemlerin bilgisinin ne fayda sağlayacağı sorusu her zaman pozitif cevaplar bulmuyor olabilir. Ama ben yakın gelecek açısından umutluyum. İyi yazarlar iyi kitaplar yazmaya, bizler de bunları çevirip yayınlamaya devam ettiğimiz sürece.
'PANDEMİ SÜRECİ, TÜRKİYE'DEKİ YAYINCILIĞIN TEKELLEŞME SÜRECİNİ HIZLANDIRDI'
Malum Covid-19 salgını, dövizin birden artışı ve periyodik olarak dalgalanması bu kitapların telifi ve basımı konusunda sizi zorlamıyor mu? Nasıl idare ediyorsunuz bu süreci?
Yayınevinde bu konuda yaptığımız sohbetlerde şunlar öne çıkıyor. Son yıllarda Türkiye’de yayıncılık hızlı bir tekelleşme sürecine girmişti. Pandemi süreci bunu daha da hızlandırdı. Kitabın üretim süreci (telif, kâğıt, matbaa malzemeleri vb.) ağırlıklı olarak dolar-euro üzerinden yürüdüğü için maliyetler çok artmış durumda. Okurun alım gücünün zayıflamasından kaynaklı nedenler. Ayrıca Türkiye’nin içinde bulunduğu anti-demokratik süreç eleştirel yayıncılık yapmayı daha da zorlaştırmış durumda. Bütün bu iç karartıcı nedenlere rağmen umudunu ve hayallerini büyütmek isteyen okurun eleştirel yayıncılık yapan yayınevleriyle gösterdikleri dayanışma da bizlerin yayıncılık yapmasının ana kaynağı. Bu okur az ama tutkulu.
Seri kapsamında hazırlıklarınız nasıl gidiyor? Önümüzdeki günlerde hangi kitapları yayımlayacaksınız?
Önümüzdeki günlerde çıkacak olan, şimdi Dipnot’un mutfağında yayıma hazırlanan polisiye kitaplar şunlar: 'Majorana Kayıp' (Leonardo Sciascia), 'Gun Street Girl' (Adrian Mc Kinty’in Sun Duffy serisinin dördüncü kitabı), 'Gerilla Sosyal Kulübü' (Marc Fernandez), 'Marsilya 73' (Dominique Manott).