Esra Yalazan
Leylan, bir isim olarak da kullanılan Serap’ın Kürtçesiymiş. Serap bilindiği gibi hayal, hülya demek; Gerçekleşmesi mümkün olmayan şey. Aynı zamanda çölde ışık kırılması ve sıcaklık sebebiyle beliren su görüntüsü. Onun içindeki yansımalar.
Demirtaş’ın üçüncü kitabı olan ilk romanı ‘Leylan’ı elime alıp okumaya başlamadan evvel bir süre durup, onu üç yılı aşkın bir süredir yaşadığı hücresinde yazarken hayal ettim. Bir kaç röportajında yaşama koşullarını anlatıyordu. Hücre arkadaşı Abdullah Zeydan’la birlikte kaldıkları odada bir tane küçük pencere, üst kattaki duvarda daha büyük bir pencere olduğunu söylemişti. Tel örgüleri ve ufak bir parça gökyüzünü görebildikleri bir cam. Evrenin sonsuzluğuna açılan derin bir kuyu.
Yalnız bir kumrunun uçamayışını, serin rüzgarlarla hışırdayan yaprakları, kederli, umutlu, çaresiz kadın seslerini, neşeli çocuk çığlıklarını, dünya ağrısını hafifleten yağmur serinliğini, gecenin ürperten esmerliğini, adalete inananların yanık türkülerini, kimsesiz hikaye anlatıcılarını hayal ettiği mavi bir boşluk.
Sabahları çok erken uyandığını, bazen hiç uyumadığını, gece geç vakte kadar plastik bir masada oturup yazdığını o konuşmadan hatırlıyorum. Yazma eylemi her koşulda mutlak yalnızlığa ihtiyaç duyar. Bu romana dair onu harekete geçiren arzunun ne olduğunu düşündüm. Leylan’a yani Serap’a duyduğu aşk üzerinden hayat hikayesini anlatmak isteyen kahramanı Kudret’i yaratmaya, sonrasında muhtemelen okuyan hemen herkesi biraz şaşırtacak o “fütüristik” hikayeyi yazmaya iten sebep neydi?
Daha önce Devran’ı okuyup değerlendirdiğim yazıda hikayelerin bütünü için şu yorumu yapmışım;
“Hikayelerde, yoksulluk, mücadele, çaresizliğe saplanan suskun kederin gölgesi, bastırılmış aşk acıları, uçucu bir neşe, pişmanlık, yüzleşme cesareti, kaçırılmış fırsatlar, toplumun sorunlara kayıtsızlığı, sisteme sızan suç örgütleri, işçilerin yaşam koşulları, orta sınıf ahlakı - kapitalizm eleştirisi, ölümün tevekkülle kabullenişi, yas terbiyesi, inancın adaletle ilişkisi, iyilikle arınmak düşüncesi, farklı biçimlerde görünüyor.”
Leylan’ı okumayı bitirip derin bir ürpertiyle son sayfayı çevirdiğimde, bunlara değinen öyküler yazmanın neden ona yetmediğini sezdim. Öncelikle “Hayatı anlamlı kılan nedir? Anlam arayışının peşinden sürüklenmek insana ne katar” gibi daha büyük, altından kalkılması zor soruların peşine düşmeyi tercih etmiş. Romanda değindiği bütün meseleler - toplumsal, kişisel boyutlarıyla - cevabı müphem bu geniş sorunun altında hikayelerin kendi ruhuyla beliriyor.
Oraya geçmeden evvel; Sonundaki teşekkür yazısında buna dair açıklamasına değinmek onun yazıyla ilişkisini de gösteriyor ve bence önemli. Selahattin Demirtaş politik bir figür olduğu için kimilerinin onun yazma özgüvenini sorguladığına tanık oldum. Oysa yazmak, hikaye anlatma tutkusu, “yazar” sıfatıyla kimlik inşa edenlerin onayına tabi değil kuşkusuz. Edebiyatın nesnel ölçütleri, dil meselesi, kalıcılığı başka bir mesele.
O da zaten yazdıklarından kuşku duyan her aklı başında yazar gibi diyor ki;
“Devran basılı haliyle bana ulaştığında edebiyat serüvenimin son kitabı olduğundan emin bir şekilde hüzünle elime aldım…Bir daha tek satır edebi metin yazmayacağımdan kuşkum kalmamıştı…Ancak Devran’dan kısa bir süre sonra edebiyat kurdu yeniden kıpırdamaya başladı. Yeni bir cesaretle roman taslağını elime aldım…Tekrar okuyunca olmadığını anladım ve tümden vazgeçtim. Aynen bu şekilde üç defa daha başlayıp üç defa daha kesin olarak vazgeçtim. Romanı neredeyse yeni baştan yazmama rağmen asla emin olamadım. Bir yanım “iyi oldu” derken bir yanım “hiç de değil” demeye devam etti. Şimdi okuyup bitirdiniz ama ben hala emin değilim; yazmak istediğim roman bu muydu? Bilemiyorum, içimde bir yerlerde kaldı sanki o roman. Bir gün onu da yazabilir miyim? Hiç umutlu değilim. Sanki edebi hayatımın son kitabı bu gibi geliyor”.
Yazılması arzulanan “en iyi” kitap henüz yazılmamış olandır. “Mesleği” değil de tutkusu yazmak olan her yazar bunu içeriden bilir, hisseder. Demirtaş da benzer bir huzursuzlukla yazıyor. Anlatımından, üslubundan evvel bu samimi açıklaması bile neden yazdığını açıklıyor.
İçinde başka bir roman barındıran bu katmanlı romanın yazarı, anlatıcılarının zekayla beslenen “saflığına” eşlik ederken onların “kendi olma ısrarlarına” boyun eğmiş. Platonik bir aşkla takıntı haline getirdiği Serap’ın evlenmemesi için yaptıklarını anlatan Kudret itiraf ediyordu;
“Şimdi geriye dönüp baktığımda bunu daha iyi anlıyorum. Serap’a olan aşkım benim hayatımı belirledi, hayatımın anlamını, yönünü. En çıkarsız, en saf halimle sevdim onu. Bendeki bu saflık biterse aşkımın da biteceğine inandım. Aşkım bitmesin diye de korudum bu yönünü. Sonraları bu benim için yaşam tarzına dönüştü”.
Melankoliyle neşeyi ahenkle dengeleyen sesine öykülerinden aşinaydım. Yazarın, “yaşam tarzına dönüşen” o inatçı, saf duruşunu önceki okumalardan az çok biliyordum. Kudret’in Kürtçeyle Türkçenin can yakan akrabalıklarını acı bir ironiyle anlattığı hikayelerini okurken tekrar düşündüm.
Demirtaş’ın en kederli hikayelerinde bile dürtüsel bir refleksle ortaya çıkan mizah duygusu, hikayeciliğinin vazgeçilmez unsurlarından biri. Şuna benzer cümlelerle karşılaştığınızda bir önceki sayfada anlatılan hikayeye kahkahalarla gülerken “öteki” olmanın anlamını sert bir yumrukla hatırlıyorsunuz:
“Dersler katlanılması imkansız bir işkenceye dönüştü. Yeryüzünde okul okuyan herkesin benzer işkencelerden geçtiğini zannederdik. Okul okumuş insanlar gözümüzde bir başka büyürdü. Bunca işkenceden zaferle çıkmayı başarmış herkes ilahtı gözümüzde. Bizse beceriksiz aptallardık sadece. Nefret ederdik kendimizden, konuştuğumuz dilden. Kürtçe konuşuyor olmak bir akıl hastalığıymış gibi iyileştirmeye çalışırdık kendimizi. Ama ne yaparsak yapalım hep aynı aptal çocuklardık”.
Bu cümleleri okuyanlar romana boyunca birbirlerini bir biçimde tamamlayan hikayelerin arka planında toplumsal sorunlara vurgu olacağını kolayca tahmin edebilir. Anadilinde okuyamamak, öteki olmak (Kürt, Ermeni, azınlık) devlet baskısı, sokak çatışmaları, savaşın yakıcılığı, her türlü inancı sömürenler, adalet bilinci, hukuksuzluk, tarihi, hatıraları, hafızayı yıkmak isteyen faşizm, 90’lı yılların Türkiyesinin kaotik ortamı, direnişin toplumdaki karşılığı, hafıza-mekan-hayat ilişkisi, barışı savunanların başına gelenler, zulmün yanında durmama kararlılığı, “konforu” savaşa karşı olmaya tercih etmek, güce biat etmek, kapitalizm-sistem eleştirisi, eril tahakküm-şiddet, teknolojik buluşların muhtemel kötü sonuçları, bugünkü sorunları hatırlatan bütünlüklü hikayeler zinciri…. Ve tanık olduğu dönemi bütün toplumsal çalkantılarıyla kaydetme arzusu.
Eğer roman sadece bu sorunların vurgulandığı bir metinden ibaret olsaydı sıkıcı bir “manifesto” olmanın tuzağına düşebilirdi. Ama Demirtaş’ın savunmaları, bu meseleleri dillendirmek için roman yazmaya ihtiyaç duymayacağını söylüyor zaten. Kaldı ki bu roman, dediği gibi “edebi hayatının son kitabı” olsa da, hikaye anlatma tutkusu, toplumsal meseleleri aşıp klasik edebiyatın esas meselesi olan “insan”ı anlamak ve anlatmak arzusunda kendini gösteriyor.
Tam da bu nedenle özgürlük, mutluluk, haz düşkünlüğü, güven, ilişkilerin düğümlendiği çıkmazlar, hayallere göre değişen gerçeklik algısı, hayatın eksik kalacağı gerçeği, anlam-hakikat arayışı, ölüm, hayal gücünün sınırsızlığı, tesadüf, kader, travmaların kalıcı izleri, hatalarla yüzleşmek, iyi-kötü maskelerinin görünmeyen yüzü, yaşamayı anlamlandırmak, ‘öteki’ olmayı içselleştirmek gibi kocaman meseleleri var bu defa yazarın.
Romana başlarken bu kadar geniş bir kavram coğrafyasında dolaşacağını düşünmemiştim doğrusu. Bütün bu temalara korkmadan yaklaşabilmesinin sebebi, elini uzatıp sıkıca tuttuğu yakıcı, değişken duygulardan çekinmeden derdini olanca doğallığıyla anlatabilme sezgisi. Ama bana çarpıcı gelen bundan fazlası.
İkinci bölümdeki fütüristik-ütopik bir düşüncenin etrafında şekillenen “buluşu” hikayeye dönüştürmeye cesaret edişini düşündüm. Teknolojideki gelişmeleri az çok bilenleri bile ikna etmek pek kolay değil çünkü. Sanırım muradı, başlangıçta karmaşık gibi görünen bu kurguyu öncelikle güçlü bir aşk hikayesini desteklemek için kullanmaktı. Teşekkür bölümünde kısaca buna da değinmiş;
“Kurgudaki tıbbi çelişkiler doktorlara değil bana aittir, kurguyu oturtabilmek için doktorların bazı tavsiyelerine uymadım her zamanki gibi”.
Yazının bu aşamasına kadar gelmiş olanlar doğal olarak roman içindeki romanda neler olduğunu merak edecektir. Ben de şöyle söyleyeyim o halde; Kitapların, öykülerin, romanların konusunu değil iç duygusunu, bendeki yansımasını aktarmayı seviyorum, her zamanki gibi.
Ancak şu sorular potansiyel okurda bir merak uyandırır belki; Sevdiğinizin hayallerine, zihnine, bilincine sızıp orada göreceklerinizle yüzleşmek ister miydiniz? O kişinin zihnini okumayı, düşüncelerinin akışını izlemeyi, hayallerini, rüyalarını görmeyi, arzularınıza göre yönlendirmeyi, değiştirmeyi göze alabilir misiniz? Gelecekte zihne akıllı bir telefon programı yükler gibi müdahale edilirse insanlık bundan nasıl zarar görür?
Leylan, pek çok duygusal, toplumsal meselenin yanı sıra okuru bu tür “hayali sorunlar” üzerine düşünmeye, kendine çok güvenen “insanın” geleceğini değiştirme hatta yok etme potansiyeli üzerine kaygılanmaya da davet ediyor.
Kudret, platonik aşkı Serap (Leylan), Bedirhan, karısı doktor Sema, arkadaşları Celal, Linda, kör avukat Mutlu, bakıcıları Zeliha ve diğerleri, acıları, cevapsız soruları, zaafları ve korkularıyla her gün hayatın içinde karşılaşabileceğiniz insanlar. Roman ikna gücünü bu karakterlerin, iç seslerin, diyalogların samimiyetinden alıyor.
Okurken alıntılamak için seçtiğim bölümler arasında romanın bel kemiği olduğunu düşündüğüm o kırılgan yere takıldım. Bedirhan sonlara doğru karısı Sema’yla anlam arayışı hakkında konuşuyordu;
“Hayat, mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinden koşarken mutlusundur….Yani biz birbirimizi sevmekle mutlu olmayı vadettik derken anlamlı bir yaşam vadettik demek istiyorum. Anlamlı yaşamın tapusu da anahtarı da başkasının elinde olamaz.
Evet sana katılıyorum Bedo. İnsanlar birbirlerinin yaşamına anlam katabilirler ama ne anlamın tekelini elinde tutabilirler ne de başkasının adına ve onun yerine bir anlam inşa edebilirler. Her bünye kendinde yaratabilir ancak kendi anlamını. Yeryüzünde kaç tane beden varsa o kadar anlam vardır aslında. Her yaşamın anlamı özgündür”.
Bu uzun diyaloğun bir noktasında hayatın anlamını vaaz edenleri ve sorgulamadan biat eden toplumun kolaycılığını da hatırlatıyordu;
“Bazen bir peygamberdir bu, bazen devlet başkanı, aşiret reisi, ya da tarikat şeyhi; baba veya kocadır bazılarında. Hayatın anlamını bulmada kolaylaştırıcı, yol gösterici bir rol üstlenmek ister hepsi de…Bu tür öncülerin bazısı kolaylaştırıcı olmanın, rehber olmanın ötesine geçip kendi hayatının anlamını, “tamamlanmış örnek anlam” olarak görüp herkese dayatırlar.
Böylelerine göre kendisi hayatın anlamını büyük uğraşlar sonunda zaten bulmuştur, kerameti kendinden menkuldür, geri kalanlara düşen de bunu olduğu gibi benimseyip kendi yaşamanın anlamı olarak kabul etmektir. Çoğu insan bunu kocasının, şeyhinin, reisinin sunduğu bir lütuf gibi görür. Yaşamın anlamını yıllarca aramaktansa, emekle inşa etmek için mücadeleyi göze almaktansa, ‘hazırdaki anlamı’ olduğu gibi benimsemek daha kolay gelir. Özgür düşüncenin, özgür ruhun ortadan kalktığı kritik anlardan biridir bu”.
Devran’ı anlatırken, umutsuzluğun karşı kıyısından okura hayat sevinciyle, tevazuyla, adil bir yaşam hayaliyle tebessüm eden bu hikayeler, malum yüksek taş duvarların ardında, bir hücrede “devlet gözetiminde” yazıldı”, demişim. Maalesef bu roman da aynı yerde, aynı koşullarda yazıldı. Görünen o ki yazar bu kitabı da en “umutsuz” koşullarda, kendisini destekleyenlerin umuduyla çoğaltarak yazmış.
Bugünlerde Demirtaş’ı ve romanını terörize edip yasaklamak isteyen muktedirin derin uğultusu yükseliyor her taraftan. Tarih, onlara okunmaya değer kitapların kaldığını, yasaklayanların anılmaya bile değer olmadığı bilgisiyle gereken cevabı verir. Bu hakikat insanlık tarihi boyunca hiç değişmedi.
Şimdilik o cevabın başka bir versiyonunu kitabın kahramanlarından Celal versin:
“Zulmün, sömürünün, savaşın olduğu yerde tarafsızlık diye bir şey yoktur. Ya ezenden yanasındır ya da ezilenden, ortası yoktur. Faşizme yaranmaya çalışarak onunla baş edemezsin. Faşizm kimseyle uzlaşma aramaz, sadece biat ister veya yok eder. Bu nedenle faşizme karşı ancak direnerek ayakta kalabilirsin. Ben bunları unutmayı, yokmuş gibi davranmayı tercih ettim Sema. Ayakta kalamadım o yüzden, diz çöktüm”.
‘Leylan’, modern kurgusu, ütopik, “devrimci” hikayeleri ve meseleleri ele alış biçimiyle çağının ötesine de bakan bir roman.
Yazar, Nietzsche, Spinoza, Mehmet Uzun, Ahmed Arif, Füruğ Ferruhzad’a eserlerinden alıntılarla selam gönderirken, eksik kalmaya mahkum hayatı, tecrübeleri, hayalleri ve kendi “anlam dünyasıyla” tamamlıyor:
“Belki de her insan bedeni tamamlanmamış anlamlar mezarlığıydı. Kaçınılmaz olana doğru her saniye biraz daha yaklaşırken bir yandan tamamlanır bir yandan eksiliriz diye geçiriyordu içinden”.
Demirtaş eksilirken tamamlanabilmek için müziğe, resme, yazıya tutundu. Mücadelesinin özünde yaşadığı dünyayı daha iyi bir yer haline getirme çabası var. Çok mu saf bir temenni? Kahramanı diyor ki;
“Dünyadaki varlığıma kendimce bir anlam katmaya çalışıyorum. Hayatımın anlamını kendim yaratmaya çabalıyorum. 'Yaşamak için bir sebebiniz varsa her şeyle baş edebilirsiniz' demiş Nietzcshe”.
Demirtaş yıllar evvel bir hukukçu ve insan hakları savunucusu olarak bulduğu o “sebebi”, eğilip bükülmeyen, bedel ödemeyi göze alan politik tavrıyla, edebiyat tutkusuyla, gelip geçtiği bu dünyada bir şeyleri değiştirme arzusuyla çoğalttı.
Değiştirebildiğini, iz bıraktığını iki öykü kitabının okurdaki yansımasıyla gördü. Leylan’ın da yolu açık olsun.
- Leylan - Selahattin Demirtaş / Dipnot yayınları
(Ahval Türkçe 18 Ocak 2020)