Cemalettin Canlı
Her şey herkesin gözlerinin önünde, hatta gözlerinin içine sokula sokula yaşanıyor. Türkiye tarihinin en derin krizlerinden birisini yaşıyor. Elbette daha önceleri de derin krizler yaşandı. Bugünün krizini önceki zamanların krizlerinden ayıran en önemli nokta belki de krize neşter vuracak olanların, devrimcilerin, demokratların, bu kadar da olmaz be kardeşim, yetti gari diyeceklerin uzatmalı krizleri.
Bugün yaşanan krizin öznel, nesnel pek çok nedeni bulunuyor. Her kesimin krizi ve kriz izahı kendine… Burada sosyalist solun krize dair en önemli şablonlarından birisinin 12 Eylül darbesi ekseninde kurulduğu, 12 Eylül’ün üzerinden neredeyse kırk yılın geçmiş olduğunun unutulup sanki daha dünmüş gibi bir yaklaşım içinde bulunulduğudur. 12 Eylül faşizminin ağırlığı, acımasızlığı, muhalefete yönelik ölçüsüz şiddeti elbette böyle bir yaklaşıma cevaz vermektedir. Bu yaklaşımın, aynı zamanda örtük olarak 12 Eylül öncesindeki mücadeleye dair tam da devrimin sınırlarındaydık mistifikasyonuna demirlemiş bir yönünün olduğu da dikkate alınmalıdır. Yani bugünün davranışlarına ayar veren etkenlerden birisi tam da Marks’ın 18 Brumier’de sözünü ettiği geçmiş kuşakların ağırlığıdır. Teşbihte hata olacağını da bilerek Marks’a müracaat edelim. Marks o pasajda şunları söylüyor: “İnsanlar tarihlerinin kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri alt üst etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve ödünç dille oynamaya çalışır.” (2010, 30) Marks’ın pasajı Türkiye’nin son kırk elli yılı göz önüne alınarak okunduğunda muris kim, miras nedir, varis nelerle iştigal eder sorularının yanıtlarına bir kapı aralanacaktır. Ancak buradaki mesele böylesi bir genel değerlendirmeden öte yakın zamana dair hatıratlara bu düzlemde da bakılabileceğini ortaya koymaktır.
Son yıllarda ağırlık merkezi 1970’ler olan hatıratların sayısında gözle görülür bir artış var. 1960’lardan başlayan, 70’lerde tepe noktasına ulaşan ve 12 Eylülden günümüze uzanan süreçte varlığını sürdürme ve gösterebilme düzlemine çekilen politik hareketlerin önder kadrolarından militanlarına kadar pek çok kişi hatırat yazarak ya da nehir söyleşiler yaparak bildiklerini, hissettiklerini paylaşıyor. Döneme dair külliyat büyüdükçe de yakın tarihin en hareketli dönemine dair ufuk aydınlanıyor, efsanelerden, mistifikasyondan arınmış bilgiye ulaşmak daha bir imkan dahiline giriyor. Marks’ın pasajına dönersek, öznel gerekçeleri ne olursa olsun hatıratların çoğalmasıyla geçmiş kuşakların gölgesi yeni kuşakların üzerindeki etkisini yavaş da olsa yitirmeye başlıyor. Elbette yazdıklarıyla, aktardıklarıyla geçmişin ağırlığını bir kez daha üretip yeni kuşaklar üzerinden politik projeler kuran örnekler de bulunuyor ve onların üzerinde ayrıca durmak gerekli.
Adı artık Türkiye politik tarihine mal olmuş kişilerin hatıratlarını çıkaran Dipnot Yayınları bu bağlamda önemli bir işe kalkışmış durumda. 1970’li yıllardan bu yana sosyalist solun önemli bileşenlerinden birisi olan Kurtuluş hareketinin kadrolarıyla yapılan söyleşileri kitaplaştırıyor. Şimdilik hareketin kurucularının anlatımlarını içeren iki kitap Kurtuluş Kendini Anlatıyor 1-2 adıyla çıktı. Koşullara bağlı olarak üç dört kitabın daha çıkması gündemde. Yani hedeflenenler yapılabilirse sosyalist solun önemli bileşenlerinden birisi hakkındaki bilgileri birinci derecede yetkili ve sorumlu olmuş insanlardan öğrenmek mümkün olacak.
Kitabın ilk cildinde İlhami Aras, Ali Demir, Şaban İba, ikinci cildinde de Mustafa Kaçaroğlu, İsmet Öztürk, Mahir Sayın, Doğan Tarkan’ın anlatımları var. Bir ekip tarafından yapılan söyleşilere, yine hareketin önder kadrolarından Doğan Fırtına’nın da eşlik ettiği görülmektedir. Her ne kadar Kurtuluş Kendini Anlatıyor dense de ilk iki ciltte yer alan isimlerden anlaşılacağı üzere Kurtuluş’un öncesine ve sonrasına da değinilmekte.
Anlatanların kişisel tarihleri bir yana 1960’ların politik ortamından başlıyor hikaye. Siyasal’ın bahçesinden, TİP’ten, Dev-Genç’ten, Mahir’den ve Ulaş’tan ve başkalarından… ODTÜ’nün yurtlarından, Karadeniz’in hırçın dalgalarından ve fındık bahçelerinden… Ve elbette THKP-C’den…
THKO’YLA İNCEDEN YARIŞMA
THKP-C deyince biraz durmak gerek. THKP-C, asıl etkisi, önder kadroları katledilip, siyasal bir yapı olarak varlığı ortadan kalktıktan sonra görülmüş olan özgün bir siyasal yapı. Türk-Kürt sosyalist hareketlerinin pek çoğu ideolojik-politik konumlarını THKP-C’ye göre belirlemiş, kurucu bir nitelik taşımıştır. Aradan neredeyse elli yıl geçmiş olmasına rağmen belli noktalarda nirengi olmayı sürdüren bu THKP-C’ye dair özellikle İlhami Aras, Mustafa Kaçaroğlu ve Mahir Sayın kritik deneyimlerini paylaşıyorlar. İlk dönem kadrolar, silaha ve şiddete dair deyimler ve bir anlamda sürüklenme, acemilikler, el yordamıyla yol bulma çabaları. THKO ile inceden yarışma ve daha pek çok şey… Çörtük İsmet ve Karadeniz…
Dev-Genç 1970 yılı Ocak ayında Akhisar’da bir tütün mitingi düzenler. Miting hazırlıkları için de ekipler gönderilir. Mahir Çayan ve Mustafa Kaçaroğlu’da bir köye giderler. Köylülerle görüşürler, sömürünün ağırlığı önlerine serilir. Kalan kısmını Kaçaroğlu şöyle anlatıyor: “ Gece saat 21:00 civarında minibüsle Akhisar’a dönerken Mahir Çayan bana eğilip şöyle fısıldadı: ‘Kaçar, bu insanlar bu kadar ağır sömürü karşısında ayaklanmıyorlarsa ne zaman ayaklanacaklar?’ Sonra devam ederek, ‘Silahtan başka bir yol göremiyorum, bu insanları ancak silahlı mücadele uyandırır’ demişti.”
Yine THKP-C’ye dair Mahir Sayın’ın şu ifadeleri de önemli. Dönemin pek çok militanı gibi Kesintisiz Devrim 2 ve 3’ten cezaevinde haberdar olan Sayın’ın “biz çok sonra, hapishaneden çıktıktan sonra ve savunulan görüşlerin öyle olduğunu, o zaman THKP’yi oluşturan bir çoğu bile Mahir Çayan öldükten sonra öğrendiler. Olay bittikten sonra, ‘Bizim görüşümüz buymuş demek ki’ diye bir şey ortaya çıktı” sözleri olayların ne kadar sıkıştırılmış zamanlarda cereyan ettiğini gösteriyor.
Sözün kısası bu söyleşilerle birlikte THKP-C ve dönem siyasal iklimi biraz daha bilinir oluyor. Kurtuluş’un asıl hikayesi de bundan sonra başlıyor.
12 Mart darbesinin arkasından sosyalist hareketin yeniden ayaklarının üzerine kalkması sürecindeki kırılmaları, ideolojik ayrılıkları, bir türlü üstesinden gelinemeyen acemilikleri, başka türlü de yapmak mümkündüleri bir de bu söyleşilerden okumak epey bir ufuk açıcı olacak. THKP-C ardıllarının kendi aralarındaki bölünme, Kurtuluş’un bir siyasal hareket olarak örgütlenmesi, bugün herkesin tarihinde kara bir leke olarak kabul ettiği sol içi çatışma ve Kurtuluş- Devrimci Yol kavgası, keşkeler, iyi ki yapmışızlar…
Sosyalist hareketlerin pek çoğu 12 Eylül darbesinin gelmekte olduğunu tespit ettiklerini, buna karşı durabilmek için bir takım çabalara giriştiklerini, ama başarısız kaldıklarını kabul ve beyan ederler. Sonuçta yaşananlar gerekçesi ne olursa olsun sosyalistlerin tarihlerinin en önemli görevlerinden birisini yapamadıklarını ortaya koyuyor. Politik öngörü ile pratik arasındaki açının ne kadar hayati sonuçlar verebileceği meselesi bugün de üzerinde durulması gereken bir mesele.
‘HELE GETİRİN BİR KEZ…’
Bütün bunların yanında Kurtuluş’un özellikle 12 Eylül darbesinin ardından ulusal sorun, kadın sorunu, demokrasi sorunu gibi bazı fikirlerin derinlikli olarak dile getirilmesi, üzerinde durulup gereğinin yapılması açısından öncü bir rol üstlendiğini teslim etmek gerekli. 12 Eylül’ün ardından çıkarılan dergiyi cezaevinde okuyan Kaçaroğlu’nun bu fikirlerle karşılaştığın zaman dergiyi fırlatıp atması, yazıların Mahir Sayın tarafından yazıldığını öğrenince “hele getirin bir kez daha okuyayım” deyip yeniden ve anlamaya çalışarak okuması yalnızca yüzlerde bir gülümsemeye yol açmayacak elbette. Sosyalistlerin bu konularda aldığı/alamadığı yolun hatırlanmasına da vesile olacak.
Sosyalist hareketin genelinin aksine 12 Eylül darbesinin en ağır dönemini geriye çekilerek, görece hasarsız atlatan Kurtuluş’un, devrimcilik yapmanın daha mümkün görüldüğü koşullarda, bir türlü üstesinden gelinemeyen acemilikler ve acelecilikler yüzünden neredeyse bütün kadrolarını yitirmesi, bu süreçte gerek ideolojik olarak, gerek kadrolar düzeyinde yaşanan farklılaşmaları ilk elden öğrenmek önemli.
Kurtuluş Kendini Anlatıyor 1-2 800 sayfayı aşkın bir kitap ve içinde yer alan her şeye değinebilmek mümkün değil. Anlatanların genel olarak yaptıklarının ve yapamadıklarının sorumluluklarını üstlenmelerini, açık, öz eleştirel, içten bir tutum içinde olmalarını geçmiş kuşakların bugünün kuşakları üzerindeki ağırlıklarını kaldırma çabası olarak görmek de mümkün. Kalanı elbette bugünün kuşaklarının kendi dillerini bulmaya ne kadar hevesli olduklarında saklı.
Bu söyleşiler okunurken bu söyleşilerin yapılmasını mümkün kılan 1968 sonrası kuşakların genç ömürleri okuyanın yüreğinde bir ince sızı bırakacak elbet. Ve yine bu kuşakların, tam da bugünlerde herkese lazım cüretleri bir kez daha derinlerde bir yerlerde kala kalan mümkünleri kımıldatacak. Son söz olarak şunları söylemekte hiç bir beis yok. Kurtuluş Kendini Anlatıyor 1 ve 2’yi geçmişe ait hatıralar gibi de okumak mümkün, geleceğe dair hayaller olarak da…
[1] Kurtuluş Kendini Anlatıyor Kurucular 1 (İlhami Aras, Ali Demir, Şaban İba), dipnot yayınları, 410 sayfa, 2016. Kurtuluş Kendini Anlatıyor Kurucular 2 (Mustafa Kaçaroğlu, İsmet Öztürk, Mahir Sayın, Doğan Tarkan), dipnot yayınları, 376 sayfa, 2016.
(GAZETE DUVAR 10 Kas. 2016)