Cemalettin Canlı
Dipnot Yayınları’ndan Kurtuluş Kendini Anlatıyor’un 3 ve 4’üncü kitapları da çıktı. Fırtınalı Bir Denizdir İçimiz ve Daha Dinmiş Değil Fırtına. Üçüncü kitapta İsmail Metin Ayçiçek, İzzet Köylüoğlu, Mustafa Öztürk (Topal), Saim Koç, Seyfi Öngider, Ziya Sümer, Dördüncü kitapta Burhan Tanrıverdi, Celal Polat, Doğan Fırtına, Haşim Barış, Süleyman Toklu anlatıyorlar. Malum, kitapların üst başlığı Kurutuluş Kendini Anlatıyor. İki kitap yaklaşık 850 sayfa. Okunup bitirildiğinde her şey bir yana ortaya şöyle bir his çıkıyor: Kurtuluş yalnızca kendini anlatmıyor. Hikâye herkese dair.
Örneğin, 1982 yılında Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edilmesi sürecinin tanıklıklarını, direniş öykülerini bulmak mümkün kitaplarda. Sonra mülteci olmanın kol kanat kırıcı duygusunu, 12 Eylül darbesinin ardından ortalıkta kalmışlık hissini. Üç beş aylıkken bırakılmış olan çocuklarla yıllar sonra karşılaşıp ona baba olmaya çabalamayı… Dünyanın onca işinin altında soğukkanlılıkla kalkabilen insanların çocuklarına oyuncak treni ulaştıramamasını… Ve elbette insan haklarının kutup yıldızlarından Leman Fırtına’yı. Pusuyu, direnci, acemilikleri ve cüreti.
Kitaplarda can yakan yerlerin çok olduğu kesin. Bir de iç ısıtan anımsamalar var. Mahir’le sınıf arkadaşı olan ve bir telefon konuşmasında Mahir’den söz ettiği için dinlemeye takılıp Mamak’a getirilen Zahit ile Deniz Gezmiş’inki gibi örneğin. Ziya Sümer o günlerin tanıklarından: “Bazı insanların cezaevinde gezme hakları vardır karizmalarından dolayı. Deniz de Mamak’ta her yere girip çıkardı. Gardiyanlar onu çok severdi. Zahit’le mavralar, makaraya almalar, kakara kikiri gırla gidiyor. Zahit’in bir gün tahliyesi geldi. Koridora çıktık. Deniz, Zahit’i aldı omuzlarına ‘Zahit bizi tan eyleme’ türküsünü söyleye söyleye koridorda yürüyüp gittiler. Zahit gitti eğlence de bitti.”
Kitaplar asıl olarak Kurtuluş’u anlatıyor ve Kurtuluş’un üzerine güçlü bir ışık tutuyor. Cüretle ve açık yüreklilikle. Görmek isteyen hepsini olmasa da çoğunu görür.
Bu yazıda politik açıdan herkese dair olan bir kaç noktanın öne çıkarılması, anlatanların cüretine de uygundur sanırım. Bütün anlatanların öne çıkardığı noktalardan birisi genel olarak sol hareket içindeki bölünmeler ve özel olarak da Kurtuluş’un yaşadığı süreç. Sol hareket içinde 12 Mart öncesinde ve sırasında -ki dönem devrimcilerinin ortak iş tutuşları, dayanışmaları ve bizatihi Kızıldere bunun en güzel örneğidir-, esasa dair bir ayrılığın olmadığı ortak kabuller arasında. 12 Mart rejiminden çıkış koşularında, özellikle 1974 sonrasında ise çok verimli bir ortamın olduğu görülüyor.
Seyfi Öngider’in “1970’li yıllar öyle yıllar. Sekiz sayfalık bir yazı yazıyor birisi, onun etrafında bir siyasi grup oluşuyor, bir yerlerde bir dernek kuruyorsun, onun etrafında hemen onlarca, yüzlerce insan birikiyor” ifadeleri; Burhan Tanrıverdi’nin “1974 ve sonrasında bu güçlü sempatiyi arkasına alarak yoluna devam etti sol hareket. 1971 hareketinden kalmış, ağzı laf yapabilen, bunun üzerine eli kalem tutup bir şeyler yazmayı da becerebilen herkesin, bir örgüt kurabilme şansına sahip olabileceği zenginlikte bir ilgi vardı o dönemde” sözleriyle tamamlanıyor. Parçalanmayı bu ortamın doğal sonucu olarak kabul etmek elbette mümkün değil.
Burada eli kalem tutup ağzı laf yapanların ilk elden sorumlusu sayılmaları gereken bir durum olduğu açık. Hele de o günlerde açılmış olan patikaların bugünlerde geldiği boyut dikkate alındığında… Görünen o ki o günlerde ağız ve kalem bir arada olmaktan yana mesaide çok zayıf kalmış. Sonuç aklın sınırlarını zorlayan bir parçalanma olmuş. Bunun Kurtuluş-Devrimci Yol ayrılık sürecine yansımasına dair Burhan Tanrıverdi ne diyor? “Ancak her iki tarafın, ayrılmanın önünde duracak, daha çok birlikteliği zorlayacak tutumlar içerisinde olup olmadıklarını sorarsanız, he o gün hem de yıllar geçtikten sonra her iki tarafı da aynı ciddiyetle suçlayabilirim.” Yani eller, kalemler ve ağızlar… Masum değiliz hiç birimiz.
Bir diğer mesele sol içi çatışma. Aslında insanın utancından üzerinde konuşmaya mecalinin olmaması gereken, geçmişimizde kaldı, artık olmuyor diyemediğimiz için başımızı yere gömmemiz gereken bir şeyden söz ediyorum. Sosyalist hareketin hangi unsurları şu ifadelerden azadedir? “Gazetelerimizde, dergilerimizde, bunlar yanlış şeyler, bizim temel şiarımız ‘İlkelerde savaş, devrimci kardeşlik’ filan desek de o çatışmalarda, tabiri caizse ‘Biz de sizin kadar delikanlıyız’ tarzı bir duruşumuz vardı.
‘MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ’
Kendini orada kanıtlamak isteyen, icabında ‘Biz faşistler karşısında gerilemiyoruz, devlet karşısında gerilemiyoruz da sizin karşınızda mı gerileyeceğiz?’ dilini de kullanan bir örgüttük. Çatışmayı yatıştırıp gündemden çıkarmak yerine, ancak belli bir güç dengesi oluşturup, ondan sonra problemin çözümünü sağlamaya dönük tutum alıyorduk. O açıdan bütün o süreçte sol içi ilişkilerin çatışmalı bir şekilde kurulmasında Kurtuluş’un da diğerlerinden çok farklı bir tutumu olduğunu söylemek maalesef mümkün değildir.” Bugün de yankılanan ses aynıdır: Masum değiliz hiç birimiz.
Bir diğer mesele, “aştık, geçmişimizde kaldı” diyemediğimiz rekabet ve sekterlik. Çatışmalar bunun bir ürünüydü ve söz edildi. Ama rekabetin ve sekterliğin daha derin sonuçlarının olduğu çok açık ve bununla da öz eleştirel bir süreçle hesaplaşmak gerekli. Bu bahiste söyleneceklerin olayların ağır baskı ve saldırı koşullarında gerçekleştiği akılda tutularak değerlendirilmesi iyi olur. Süreç ağır baskı ve saldırı koşullarında ayakta kalma sınavından geçmiş olan sosyalist hareketlerin Maocu, Sovyetçi, orta yolcu gibi genel bölünmelerinin yarattığı rekabet ve sekterizm sınavının yanında, aynı blok içinde yer alan hareketlerin kendi aralarındaki ilişkiler anlamında da sınıfta kaldığı açık.
Yabancılaşma ve daha çok sokak çatışmalarında varlık gösterme olarak tezahür eden şiddetin esas olması ve öne çıkması gibi sonuçlar sosyalist hareketi sığlaştırmıştır. Özellikle 1978 yılından itibaren giderek artan sığlaşma en önemli siyasal-teorik konuların bile ihmaliyle sonuçlanmış, bir nevi istikamet kaybı ortaya çıkmış, kitle bağları zayıflamıştır. “Temelsiz ajitasyon ve propagandanın aşırı kullanımı, giderek, beklenen sonuçların tersini doğurur. Propaganda, ajitasyon çok önemli bir sanattır. Çizgi ötesine geçtin mi tersini üretirsin. Biz de çizgi ötesine geçen şeyler yapmaya başlayınca, sokak çatışmalarının hızla artması ve yaygınlaşmasının da etkisiyle bir süre sonra kitlesel hareketlerde daralmalar görmeye başladık.
Elbette belirgin olan bazı farklılıklara rağmen, “genel olarak söyleyecek olursak gazetemizin başka gazetelerden çok büyük farkları olduğu söylenemez ” ifadelerini isimsiz, künyesiz her hangi bir sosyalist hareketin hanesine yazmaktan ne alıkoyar insanı?
Önde gelen sosyalist hareketlerin hemen tamamının özel tarihinde “biz aslında bir askeri darbenin geleceğini tespit etmiş idik. Bir takım tedbirler de almaya başlamış idik. Ama…” diye başlayan politik öngörü örneklerine rastlamak mümkündür. Bunun yanında darbe öncesi ve sonrası birlik girişimlerinin olduğu ve bu girişimlerin hemen tümünün de başarısız olduğu da bir vakıa. O zaman şu sözler kimleri anlatır? “Biz, pekala eylem birliğini, örneğin sadece anti-faşist ilke üzerinden yapabilirdik.
Sadece faşizme karşı birlikte şunları, şunları yapacağız diye sürdürebilirdik. Ne kadar fazla ilkede anlaşırsan o kadar büyük bir güç haline geldiğini zannediliyorsun ya da o kadar önemli bir iş başarmış olduğunu düşünüyorsun. Oysa gerçek hayat hiç de öyle değil…. Ancak ‘şöyle olursa olur olmazsa olmaz’ şeklinde, yani koşullara uygun esnekliği, yaratıcılığı olmayan bir yaklaşım söz konusu. Dolayısıyla o devrimci eylem birliği, dogmatik ve sekter yaklaşımımızın kurbanı olmuş bir girişimdi.” Doğru söze ne demeli.
KADIN HEP TALİ UNSUR OLARAK KALMIŞ
Kitapta hayli ağırlığı olan kadın meselesine dair de bir kaç söz etmekte yarar var. Türkiye sosyalist hareketi içinde kadın meselesine yaklaşım noktasında Kurtuluş’un ve Kurtuluşçular’ın tartışmasız ayrı, öncü bir rolü bulunuyor. Belki de bundan olsa gerek kitapların hazırlanmasında, söyleşilerin yapılmasında yer alanlar ısrarla bu meseleye dair sorular sormuşlar ve yanıtlar almaya çalışmışlar. Alınan yanıtlar da üç aşağı beş yukarı aynı olmuş. Ne altmışlı yıllarda, ne yetmişlerde ve daha sonrasında -meselenin şimdisi ayrı ve trajikomik bir tartışma konusu-, kadından hareketle bir bakış geliştirilmemiş, kadın hep bir tali unsur olarak kalmış.
Hikayenin bu kısmı da Kurtuluş da içinde olmak üzere bütün siyaset dünyasına ve hassaten de sosyalistlere dair. Ama hemen bütün anlatımlara yansıyan bir şey daha var bu bahiste. Eylemin dönüştürücülüğüne bağlı olarak okullarda, mahallelerde kadının etkinleşmesi, bir özerk varlık olarak açığa çıkması. Bu noktanın esaslı bir tartışma başlığını okurun ve sol/sosyalist hareketlerin önüne koyduğunu düşünüyorum. Eylemin dönüştürdüğü kadının gelişmesini hangi mekanizmalar, hangi nedenlerle yavaşlattı, engelledi ve söndürdü? Yani burada da mı masum değiliz hiç birimiz?
Bu kitap 1960’lardan 1980’lerin ortalarına kadar –sonrası da var, ama…– sosyalist hareketin sahasından, sokağından ses veriyor. Yani “olay şöyle cereyan etti” diyebilecek kadar olayın içinde olan insanlar. Dolayısıyla tanıklıklarından pek çok şey öğrenmek, yakın tarihin perdelerini biraz daha aralamak mümkün. Bu bahiste iki şeye dikkat çekmekle yetineceğim. Önce “illigalite düz bir çizgidir, saptığın anda açığa düşersin” düsturunun ne kadar doğru olduğunu, devrimcinin hayatta ve ayakta kalmasında ne kadar önemli olduğunu Doğan Fırtına başta olmak üzere tanıklar bir kez daha hatırlatıyor. İkincisini, o günlerin devrimci genleri ile 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında yakalanıp itirafçılık sırasına girenleri karşılaştıran Burhan Tanrıverdi anlatsın:
“12 Eylül darbecilerinin zindanlara doldurduğu devrimcilerin çoğu, daha yirmili yaşlardaydı o günlerde. Yaşı otuzun üstünde yakalanmış insan çok azdır. Çok güçlü direniş öyküleri, teslim olmama gayretleri, örgütünü, çevresini becerebildiği kadar koruma güdüsü genel bir temayüldür o gencecik devrimcilerde. İşkencelerin yoğunluğuna rağmen, toplumda hiç bir savunucusu olmadan ve yapayalnız kalmış oldukları bir dönemde bile müthiş direniş örnekleri sergilediklerine tanık olduk. Yaşı başı geçkin, özel savaş için örgütlenmiş ve eğitilmiş insanların verdikleri ifadeleri, o gencecik insanlarla kıyasladığım zaman, onlara olan hayranlığımı, anlayışlarının o insanlara kazandırdığı güce olan saygımı bir kez daha burada vurgulamak isterim.”
Sonuç olarak Kurtuluş Kendini Anlatıyor 3 ve 4 öznelliğin sınırlarının zorlandığı, öz eleştirel derinliğin cüretle sergilendiği iki kitap. Burada öne çıkaramaya çalıştığımız yerlerin ötesinde, kitapta yer alan bütün devrimcilerin kendi geçmişlerine belli bir mesafeden ve soğukkanlı baktıklarını söylemek gerekli. Ama hikayenin bütünü kendi geçmişlerinin aslında salt kendi geçmişleri olmadığını, Türkiye Sosyalist hareketinin merkezinde yer aldığı 1960’lardan bugüne politik süreçlere tanıklıkların aktarıldığını gösteriyor. Yani Kurtuluş salt kendini anlatmıyor.
Son söz Metin Ayçiçek’in olsun: “Tarihi zorunluluk teorileriyle açıklamak sahteciliğine düşmemek gerekir. ‘Yanlıştı ama o zamanın koşullarının düşünelim, mecburduk’ gibi bir tavır en tehlikeli olan tavırdır. Benim en çok korktuğum şey tarihi mecburiyetlerle açıklamaktır. Önümüze çıkan her sorun için, birden fazla çözüm olanağı olduğunu bugün çok daha iyi biliyoruz. Yeni bir toplumsal sistem için verilen mücadelede uygulanan yöntemler, oluşturulacak yeni toplumun genetiğinin oluşumunda da katkılı olacaktır. Sonradan düzeltemezsin.”
(GAZETE DUVAR 10 AğuSTOS 2017)