Selay Dalaklı
BİA Haber Merkezi 08 Ağustos 2020
Eğer hayatımızın belli dönemlerini sloganvari kısa cümlelerle özetleyebilmemiz mümkünse gerçekten, benim için son birkaç ayın en güzel özetini ABD'li müzisyen Frank Zappa'nın "Çok fazla kitap, çok az zaman" cümlesi yapardı şüphesiz.
Bu cümleye ise şu hayıflanma eşlik ederdi belli belirsiz bir utançla: Bu yaşa kadar nasıl olur da bu konu hakkında bu kadar az şey okumuş olabilirim? Nasıl olur da böyle bir yazarın, böyle bir kitabın varlığından bu kadar geç haberdar olmuş olabilirim?
İtiraf etmeliyim ki ırkçılık da şu son birkaç ay öncesine kadar hakkında yeterince okumadığım, üzerine yeterince düşünmediğim konular arasındaydı.
Fakat önce bir grup polisin Siyah Amerikalı George Floyd'u öldürmesi ve onu takip eden "Siyah Yaşamlar Değerlidir" protestoları, sonra ise Tunay Altay'ın Türkiye'deki Siyah karşıtı ırkçılığı Siyahların medyadaki temsili üzerinden ele aldığı yazısının bianet'te yayımlanması ve yazının sosyal medyada aldığı olumsuz diyebileceğimiz bazı tepkilerden duyduğum rahatsızlık beni bu konu hakkında daha çok okumaya ve düşünmeye itti.
Altay'ın bianet İngilizcede "Türkiye'de gerçekten Siyah karşıtı ırkçılık yok mu?" başlığıyla yayımladığımız yazısı Türkiye'de Siyahlara karşı ırkçılık olmadığına ilişkin yaygın kanıyı sorguluyor, Siyahların Yeşilçam döneminden bu yana Arap bacı ve yamyam tiplemeleriyle ya da cinselleştirilmiş siyah bedenler olarak temsilini mercek altına alıyordu.
Kendi adıma büyük bir kişisel ve akademik ilgiyle okuyup yayına hazırladığım, ardından Türkçeye çevirisine katkıda bulunduğum yazı Türkiyeli bazı sosyal medya kullanıcıları için "tamamıyla saçmalıktı", çünkü "Türkiye'de ırkçılık olamazdı."
Peki gerçekten Türkiye'de ırkçılık olamaz mıydı? Cevabını bildiğimi düşündüğüm -hatta bir bakıma emin olduğum- bu soru zihnimde dönüp dururken Barış Ünlü'nün uzun süredir kitaplığımda duran fakat bir türlü okumaya fırsat bulamadığım "Türklük Sözleşmesi" [1] kitabının bu açıdan iyi bir başlangıç olabileceğini düşündüm.
"Türklük" kavramını Beyazlık Çalışmalarının metodolojisini kullanarak ele alan bu kitap beni önce Stokely Carmichael, Frantz Fanon ve Steve Biko gibi Siyah karşıtı ırkçılık ve sömürgecilik eleştirisinin dünyaca ünlü isimleriyle, sonrasında ise bu yazının da konusunu oluşturacak "kendini tanımlama" kavramıyla tanıştırdı.
***
1960'lı yıllarda Martin Luther King'in önderliğinde ABD'de ortaya çıkan medeni haklar hareketinin hem bir parçası hem de önde gelen eleştirmenlerinden biri olan Carmichael'ın yazılarından derlenen "Siyah İktidarı" [2] kitabına yazdığı "Sunuş" yazısında Barış Ünlü Carmichael'a göre "kendini tanımlama" bağlamındaki güç ilişkilerini kısaca şöyle özetler:
"Entegre olan bir Siyah, bir Zencidir; yani Beyazların tanımladığı bir kişidir; ama renk-körlüğü mitine kendini inandırarak kendisini Zenci olarak değil bir insan olarak gördüğünü söyler. (...) ABD'de bütün ikilikleri; iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, güzeli ve çirkini, gerekli ve gereksizi Beyaz İktidarı tanımlar, çünkü bunu yapmaya gücü vardır. Bu sömürgeci ve ırkçı gücün kendisi açısından en büyük başarısı ise sömürgeleştirilmiş kişinin kendi benliğinden ve bedeninden nefret etmesini sağlamaktır." [3]
Carmichael da yine aynı kitapta yer alan "Morgan Eyalet Üniversitesi'nde" yazısında özgür bir halkın ilk görevinin "kendi terimlerini oluşturmak ve ezenlerin bu terimleri kabul etmesini sağlamak" olduğunu savunur ve ekler:
"Çünkü ezenin çiğneyeceği ilk hak da budur. (...) Görüyorsunuz ya, bir şeyi zapt etmek için onu tanımlamalısınız. Tek yapacağınız bu. Kim olduğumuzu kendimiz tanımlamalıyız. Ve sonra da kendi tanımlarımızdan hareketle onlara, bizim kim olduğumuzu tanı, demeliyiz. (...) Tanımlama gücü sahip olduğumuz en önemli güçtür." [4].
Güç ilişkileri bağlamında kendini tanımlama hakkı veya kendini tanımlama gücü... Stokely Carmichael bu kavramı ABD'de Beyazların Siyahlar üzerindeki tahakkümünü ve Siyah karşıtı ırkçılığını imlemek için, Barış Ünlü ise Türkiye'de "Türklük Sözleşmesi"ne taraf olanların Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler gibi sözleşmeye taraf ol(a)mayanlar üzerindeki tahakkümünü ve ayrımcılığını problematize etmek için kullanır.
Buna göre egemen veya ezen bir gruba "Dur" demenin, ona karşı durmanın ilk yolu onun sizi tanımlamasına, sizinle ilgili kendi tanımlarını size dayatmasına bir son vermektir.
Kendinizi sürekli sizi ezenin gözünden görüp size dayatılan tanımları kendinizden nefret edecek kadar içselleştirmeyi bırakabilir, kendi tanımlarınızı yapmaya başlayabilirseniz bu mücadelenizin de ilk ve en önemli adımlarından birini oluşturacaktır aynı zamanda.
***
Feminizm ve kadın hakları konusundaki literatüre tam anlamıyla hâkim olduğumu düşünmemekle birlikte her ay onlarca kadının erkek şiddeti yüzünden hayatını kaybettiği, buna rağmen İstanbul Sözleşmesi'nin tartışmaya açılabildiği ve sözleşmeyi savunduğu için kadınların fahişe olmakla "suçlandığı" bir ülkede tüm bu tespitlerin yaşamlarının her alanında ataerki ve eril devlet/yargı ile mücadele etmek zorunda kalan kadınlar için ne ifade ettiğini merak etmekten kendimi alamıyorum.
Daha çok ırkçılık bağlamında kavramlaştırılan kendini tanımlama hakkını veya gücünü kadın mücadelesini de içine alacak şekilde genişletmek mümkün olabilir mi? Bu kavramı -başta kadın hakları olmak üzere- farklı alanlarda sürdürdüğümüz hak ve özgürlük mücadelelerinin bir parçası haline getirebilir miyiz?
Ya da... Çoktan getirdik mi acaba?
Türkiye'de ve dünyanın dört bir yanındaki kadınlar her 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde ve 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Gününde ellerindeki pankartlar ve dillerindeki sloganlarla şehirlerin meydanlarını doldurur. Kadınların ataerkinin gözüne gözüne soktuğu bu sloganlar ise bir kesimi dehşet içinde bırakır her seferinde.
Peki kadınlar ne der?
Kadınlar ne der de birileri bu kadar rahatsız olur?
En sevdiğimle başlayıp birkaçını kısaca listelemeye çalışayım:
"Kadın kadındır, çiçek babandır!"
"Aile değil, kadınız!"
"Ne bayan ne hanım; kadınım kadın!"
"Lilith'in sürtükleriyiz!"
"Ben senin kaburgandan yaratılmadım, sen benim vajinamdan çıktın!"
"Ar değiliz biz, zar değiliz biz, mal değiliz biz, feministiz!"
"Namusumu kaybettim, bulmayacağım. Kimsenin namusu olmayacağım!"
"Evi kuran dişi kuş olmayacağız, arka sayfa güzeli olmayacağız, fabrikada ucuz işçi olmayacağız, akşam erken evde olmayacağız!"
"Külkedisi değiliz, ev işçisiyiz!"
"Tam iffetli olacağım, bir gülme geliyor..."
***
Tüm bu sloganların ataerkinin kadınlara "münasip" gördüğü tanımlara karşı geliştirildiği, dolayısıyla da tepkisel olduğu iddia edilebilir elbette. Fakat bence burada asıl önemli olan, kadınların eril iktidarın dayattığı tanımları kabul etmeyerek kendi kendilerini tanımlama iradesini göstermesi ve bu tanımları mücadelesinin bir parçası haline getirmesidir.
Peki biz bu sloganlarla ne deriz aslında?
Evvela bayan değil, kadınız deriz mesela. 18 yaşını doldurmuş her dişi birey kadındır ve kadın olmanın utanılacak hiçbir yanı yoktur.
Üstelik "Kadın dediğin..." diye başlayan cümleleri muhatabının suratına bir bir çarparız, çünkü biliriz ki gökkuşağı gördüğünde bile LGBTİ+ fobiye gark olup etrafa tükürükler saçan nefrete rağmen kendisine kadın diyen herkes kadındır ve kadın olmanın, kendini kadın olarak tanımlamanın çocuk sahibi olup olmamakla, regl olup olmamakla, kısacası bize dayatılan bilumum standartla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Dahası -belki şaşıranlar olabilir ama- ne kimilerinin söylemeyi pek sevdiği gibi "çiçeğiz" ne de erkeklere "Allah tarafından gönderilmiş hediyeler"iz.
21. yüzyılda bunu hala söylemek zorunda olmak utanç verici olmakla birlikte, biz de herkes kadar insanız ve başta yaşam hakkı olmak üzere bir canlı olmaktan doğan ve hiçbir koşulda devredilemeyecek ve vazgeçilemeyecek haklarımız var.
Yasaların veya bir bakanlığın bizi koruması için bir ailenin parçası olmak zorunda da değiliz ayrıca. Ülkede yaşayan tüm canlıların başta yaşam hakkı olmak üzere tüm haklarını korumakla yükümlü olan devlet medeni durumumuza, yaş(am)ımıza, cinsel kimlik ve yönelimimize bakmadan hepimizi eşit yurttaş olarak görmek zorundadır.
Birilerinin saçlarımıza, iki bacağımızın arasına -ya da vücudumuzun herhangi bir yerine- indirgemeye çalıştığı "namus"umuz da kimseyi ilgilendirmez.
Daha açık söylemek gerekirse, ne namus diye bir şeyin varlığına inancımız, ne birilerinin "namusu" olmaya niyetimiz, ne de bizi "namusu" olarak gören birileri yüzünden tek bir kadını daha kaybetmeye tahammülümüz var artık...
***
Uzun lafın kısası, eğer sizi ezen bir grupla karşı karşıyaysanız ve buna artık bir "Dur" demek istiyorsanız, tüm bu tahakküme karşı gelmenin belki de ilk yolu onun sizi tanımlamasına, sizinle ilgili kendi tanımlarını size dayatmasına bir son vermektir. Kadınlar yıllardır ellerindeki ve dillerindeki sloganlarla tam da bunu yapıyor aslında.
Ve son bir söz... Eril devletin verdiği veya vereceği karar ne olursa olsun İstanbul Sözleşmesi yaşatır. Kazanılmış haklarımızdan ve hayatlarımızdan vazgeçmeyeceğiz. (SD/PT)
Kaynaklar:
[1] Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi - Barış Ünlü (Dipnot Yayınları, 2018)
[2] Siyah İktidarı - Stokely Carmichael (Dipnot Yayınları, 2019)
[3] age. s. 12.
[4] age. s. 63-65.