Sevda KARACA
EKMEK VE GÜL 13 Ağustos 2020
Gazeteci Jînda Zekioğlu, John Steinbeck’in “Yazmanın tek bir gerekçesi olabilirdi, o da insanların birbirlerini anlamalarına yardım etmek” cümlesini alıntılayarak derdini baştan koyuyor ortaya, Derve kitabında.
Kitapta aktarılan Şırnaklı üç farklı kuşaktan yedi kadının –Ruken, Zeliha, Gulê, Meryem, Delal, Roza, Hêja’nın birbiriyle iç içe geçen hikayesi, Kürt coğrafyasındaki her bir “sıradan” kadının aslında ne kadar destansı bir var olma mücadelesi verdiğini gösteriyor.
2013’te seçim sürecini izlemek için gazeteci olarak gittiği Şırnak’ta, bir kadın derneğinin temsilcisi olan Ruken’le de görüşmek istiyor Jînda Zekioğlu. Ruken ise tam da o günlerde trafik kazasında eşini kaybediyor. Taziye evinde karşılaştıklarında, eşinin kaybının acısı tazecikken eriştiğinde onunla seçim konuşmaktan vazgeçiyor Jînda. Ancak Ruken, anlatmak istiyor… Sadece kendini değil; kendisiyle birlikte 7 kadının yaşadıkları üzerinden 50 yıllık geçmişi, aslında bugünün nasıl “bugün” olduğunu… Başka kadınların bu “geçmişi”, bugünü kendileriyle bir bağ kurarak anlaması, anlamlandırabilmesi için, birbirlerini anlamalarına yardım edip, hikayelerini birbirlerine emanet edebilmek için anlatıyorlar…
Ruken’in anlatma isteğini ifade edişini not etmek gerek: “Zaman akıp gidiyor. Öleceğiz. Kemiklerimiz değil sadece tarihimiz de karışacak toprağa, bize yaşatılan her şey yanlarına kâr kalacak.”
Anlatılanın sadece kendi yaşam öyküleri olmadığının, aslında “tarihimiz” olduğunun bilincine, devletin Kürt kadınlarına yaşattıkları karşısında hesap sorma cüretinin de eklendiğini gösteren bu cümleler kadınların tarihi bakımından çok kıymetli bir yerde duruyor. Bu ülkede ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir dönemin anlatısında dışarıda bırakılanın hep ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, ayrımcılığa, inkara, şiddete uğrayanların olduğunun bilgisine, bu anlatıyı yıkmak için nasıl karşılık vermek gerektiğinin bilincini katmak çünkü bu…
Bu, ancak mücadele içinde öğrenilen bir şey olmalı; nitekim Ruken’in Jînda’ya neden onları dinlemesi gerektiğini ifade ederken “Bu kadın derneği benim için çok önemli. Bana, yaşadığımız her şeyi paylaşmamız gerektiğini öğretti. Kadınların yaşadıklarını paylaşarak tedavi olabileceğini öğretti” demesi bunu gösteriyor.
Ruken, Zeliha, Gulê, Meryem, Delal, Roza, Hêja ve anlatıcı Jînda’nın birlikte ortak bir hafıza kurmak için attıkları adım, sıradan kadınların “tarihin öznesi” olduklarını, bu coğrafyanın 50 yıllık tarihi kayda geçirilirken kadınların yaşadıklarının da o kayıtta yer almasının ne denli hayati olduğunu hatırlatıyor öncelikle...
Kitapta üç kuşaktan kadının anlatımlarıyla ortaya serilen 50 yıllık gerçeklikler elbette konuşulmayı, üzerine düşünülmeyi çokça hak ediyor. Ancak biz, Jînda Zekioğlu ile sohbetimizde tarihi, kadınların dolaysızca, kendi dilleriyle ve tecrübelerini aktararak yazmanın önemini, kadınların tarihini, deneyimlerini, duygularını, gerçekliklerini anlatırken kullandığı yöntemi konuştuk daha çok.
Çünkü; tarihin ezilenlerin hikayesini anlatması, geçmişi bu anlatılardan da öğrenmek, geleceği kurarken atacağımız adımların yere sağlam basmasının önemli dayanaklarından biri…
Buyrun sohbetimize…
Bir gazeteci olarak çıktığın yolda Ruken’in senden hikayelerini yazmalarını istemesiyle başlıyor hikâye. Biliyoruz ki bu ülkede “Anlatsam roman olur” cümlesini kuran çok kadın var; ama kadınların deneyimlerine “anlatılacak” kadar değer vermeyen, “anlatsam ne olacak ki” duygusunu baskın kılan toplumsal kültürel değerler kadınların anlatmasına pek olanak vermez. Sen Ruken’in sana, aslında çok da iyi tanımadığı bir kadın gazeteciye “Bizim hikayemizi yaz” cümlesini kurma cesareti veren şeyin ne olduğunu düşünüyorsun? Seni, bir kadın gazeteci olarak aslında ağır bir yük olarak da değerlendirilebilecek “anlatıcı” rolünü kabul etmeye iten ne oldu? Seni korkuttu mu?
Sen de çok iyi bilirsin ki, muhabirler bu tür taleplerle çok sık karşılaşırlar. Bir süre sonra bu talebe içten gelen bir önyargı oluşur. Esasında bir açık hava mezarlığına dönüşmüş bu topraklarda herkesin hayatı romandır. Herkesin hikayesi biriciktir, biliriz. Ancak sistemin bize dayattığı mesleki engeller bizi bu tür özel hikayelere daha fazla eğilmeye itti bana kalırsa. En azından daha fazla vakit bulabildik. O dönem Şırnak-Hakkâri arasında mekik dokuyordum. Silvan’dan Nusaybin’e, Cizre’den Şemzinan’a onlarca evde misafir oluyor, bölgeden haberler yapıyordum. Ardından seçim gündemi ile benzer bir yolculuğu devam ettirdim. Emin ol Ruken gibi onlarca kadın oldu, anlatmak isteyen. Ruken’i ben seçmedim esasında, Ruken başta annesi ve babası için öyle çok ısrar etti ve bu ısrarı öyle yerinde, öyle güzel, dostlukla örerek, ajite etmeden, onuruyla dile getirdi ki, ben bu duruş karşısında sadece görevimi gerçekleştirdim. O yüzden kitapta benim payımı, hayatı bu kadınlardan öğrenmiş, yeniden doğmuş, her şeyi sıfırdan gözden geçirip ikinci bir hayata başlamış bir kenara yazsınlar. Anlatıcı olmanın zorluğu da burada o görevi, karşındakinin onurunu, duygusunu eğip bükmeden becerebilmek. O nedenle metin üzerinde 6 yıl uğraştım.
Genel olarak biyografi ya da anlatı türleri, hayatı konu edilen kişilerle günlük yaşamı paylaşarak değil de, belirli zamanlarda buluşarak ve anlatıyı “bir iş” haline getirerek hazırlanır. Siz ise uzun bir süreyi beraber, aynı evde, evin günlük hayhuylarını da paylaşarak, yemek, temizlik, çoluk çoluk derdinin içinde, bir yanda da inişli çıkışlı politik bir atmosferin ortasında geçirmişsiniz. Bu gündelik paylaşım senin yazma biçimini, içeriğini, akışını nasıl etkiledi?
Metinde en yoğunlaştığım duygu gerçekliği yitirmemekti. Hem hikâyenin hem yaşam akışının gerçekliği bence okuyucuya bu denli dokunan. Zeliha annenin zorlu hayatını, Meryem’in mücadelesini dinlerken ekmek yapıyoruz bir yandan, yaprak sarıyoruz, meyve topluyoruz, sigaraların biri sönüyor diğerini ateşliyoruz. Bunlar olmadan ne kadar gerçek dinleriz ki, ne kadar yaşarız ki... Bizi oraya, Cudi’nin eteğindeki pikniğe götüren duyguyu okuyucuya da yaşatmaktı talebim. Şimdi benim gibi uzakta olup da, Cudi burnunda tütenler için de bir soluk, az biraz nefes oluyor okudukça. Üstelik de kadınların işi gücü bitmez ki hiç. Durup anlatmaya, keyf çatmaya, dünyayı kenara bırakmaya hangi kadının vakti var? Bu hallerin hepsini yaşadık yıllar içinde. Elbette okuyucu da bunu bilsin, tanışsın istedim.
Kadınların deneyimlerinin, hayat hikayelerinin, sözünün yaşayanların hayatlarıyla sınırlı kalmaktan kurtulmaları, metinlere dökülmeleriyle mümkün... Metinleri kimlerin oluşturduğu ise metinlerin kurgusunu, içeriğini değiştiriyor elbette. Sen kadınların hikayelerini kaleme alırken kendinle kavga ettin mi? “Anlatıcı” sınırlarını nasıl belirledin kendi içinde? Sınır ihlali olarak neleri gördün? Nelerle baş etmeye çalıştın?
En nihayetinde yörünge yazar oluyor, bunu biliyoruz. Bu yörüngeyi ne kadar kadınların dilinden aktarsak da, seçen, edebileştiren, soruları soran olarak var oluyorsun. Ve bu varlığın kim olduğu, metnin genelini etkiliyor. Bu yüzden Derve’ye gazetecilik işi diyorum çünkü kurgu yok, bir roman değil. Bu yüzden sadece sözlü tarih çalışması da diyemeyiz. Aralarında dolaşan bir kadın var ve bu kadın büyükşehirde doğup büyümüş, kendini keşfederek yol almış, değişmekten çekinmemiş, bunu çelişki saymamış, kazanım olarak yorumlamış, yeniliğe açık, hak ve taleplerin dile getirilmesinde kendini sıyıran bir kadın. Kürt olmaktan ziyade kadın olmanın önem kazandığı bir öznelik var bana kalırsa burada; zira bu kadınların yanında hangi profilde kaldığınız önem kazanıyor. İzmirli kadınları dinlerken Kürt kalabilirim belki ama Ruken’i, Zeliha’yı, Gule’yi dinlerken benim özne olarak Kürtlük tecrübemin bir haber değeri yok bence. O nedenle onları dinlerken değişen, dönüşen, öğrenen bir kadın görüyoruz.
Sınır ihlaline gelince, bu biraz daha kişisel bir yer aslında. Kendinizde hangi hakkı bulursunuz, hangi talep sizin talebinizdir, hangi acılar karşısında özne sizsiniz… Bu tür soruları önce kendinize sorduğunuzda daha saygıyla yol alınıyor. Bizim sohbetlerimiz de bu nedenle ‘yangın yeri muhabirliği’nden çok terapi seanslarına benziyordu. Anlattıkça iyileşen sadece onlar gibi görünüyordu ama önce beni, sonra da okuyan her kesimden insanı doyuran, dolduran, büyüten o kadınlardı. O nedenle çok sorular soran kişi değildim. Heyecanımdan, duyduğum acıdan, yüzümün ifadesinden hissederek devam ederlerdi anlatmaya. Ben de yazarken o duyguyu, o anları tekrar tekrar yaşayarak aktardım.
Baş etmeye çalıştığım en net duygu öfke oldu. Hala da sindirebildim mi bilmiyorum. Kürt kadınların bu devletten alacağı var. Tüm kadınların, bu sığ eril sistemle savaşı var ve o savaş hiç bitmiyor. Bu yangını söndürecek bir adımla karşılaşmayı beklemek yerinde, bizim tarihimizi yazmamız gerekiyordu ve buna hizmet etmek istedim. Bu hizmetkarlığın bana öğrettikleri ile başta kendin, ailen, partnerin, kentin, yaşam biçiminle kavga halinde olursun zaten ve bu kavga büyütür.
Bu üç kuşak kadının anlatısını okuyucuya aktarırken; gerçekliği “edebileştirmek”, dolayısıyla da “kurgulaştırmak”tan ziyade “dolaysızlığı” seçmen, kadınların tarihinin, deneyimlerinin aktarımı bakımından ne anlam ifade ediyor senin için?
Kadının kendini dolaysız aktarımı, evde, işyerinde, mecliste, ibadethanede her yerde mümkünsüz kılınıyor. Kadınların kendi alanlarına, kendi aktarımlarına sahipsiz çıkması ve kadınlar arasında bu alanların korunması, bu dolaşımın yaygınlaşmasına emek vermek gibi bir görevimiz var. İlk andan itibaren bu gerçekliğin benim dinlediğim ve etkilendiğim biçimde okuyucuya ulaşmasına dair bir çabam oldu. En gerçek her zaman en yalın ve akılda kalıcı olandır bana kalırsa. O yüzden kurgu yok. Derve’de okuyucu bir filmin içine giriyor bu yüzden. Bir belgeselin içinde yaşıyor. Bazen Jînda olup dinliyor, bazen Zeliha’nın komşusu oluyor, bazen Temo’nun yoldaşı olup aramızda dolaşıyor. Kadınları yoran bu dolaylı sistemi ortadan kaldırarak aslında ne kadar da gereksiz aygıtlara alan açtığımızı görüyoruz sanki. Bir çırpıda, dümdüz, bükmeden, kıvırmadan, kişisel yargılardan arınarak yazılmış bu kitabı, herkesin de bu dolaysızlık ile okumasını tavsiye ederim. Öznelik kerterizini kendinden değil, gerçekliğini çırılçıplak seren bu kadınlardan alırsak bir şeyler değişir.
Bu “dolaysızlığın” kadın haberciliği bakımından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Ekmek ve Gül’de en kıymet verdiğimiz ve öne çıkarmaya çalıştığımız şey; bizzat işçi kadınların kendi dertlerini, memleket haline ilişkin düşüncelerini, yaşadıklarından çıkardıklarını aktardıkları mektuplar… Kadınların yazıyla kurduğu ilişkinin hep netameli olduğunu biliyoruz. Bu “dolaysızlığı” güçlendirmek kadınların kendi hikayeleriyle, deneyimleri ve tarihi değiştirme/tarih yazımını değiştirmek açısından sana ne ifade ediyor?
Ruken’in bu hikâyeyi kendi yazması için uzun süre uğraştım. Ama annesinin, kayınvalidesinin, kızının ona aktaramayacağı ya da aktarırken otosansür uygulayacağını anlattı. Bu yüzden “tarafsız” biri lazımdı onlara. Bu nedenle o “tarafsızlığı” dinleyip, kendi dillerinden, anlatıcı rolünü de onlara vererek çoğu zaman aktarmaya çabaladık. Senin de söylediğin gibi kadının kendini, derdini, fikrini dolaysız aktarımı gerçekleştirmesi varlığını yaşatması ve sistemi bu yönde zorlaması adına müthiş önemli. Bir kere bu kadınların, hikayelerinin yazılmasını talep etmesi bile çok cesurca. Düşünsene doğrudan ‘Terörist’ gözüyle bakılan bu inşaların aslında korkusu devlete dair değil, öyle bir korku çekince yok, kaybedilecek bir şey de kalmadığı için belki. Bu cesaret karşısında eğiliyorum, açıkçası kadının olgunluğuna ve gücüne hayranım.
KADININ VARLIK YOLCULUĞUNDA OKYANUSUN BİR DAMLASI
Toplumsal ya da siyasal mücadelelerin öznelerine ilişkin anlatılarda kadınların gerçekten adının anılabilmesi için aynı mücadele dönemini paylaştığı erkekler arasında ismi sivrilen bir kadın olması sanki bir zorunluluk gibi… Ancak Derve’de “sıradan” kadınların olağanüstü zor hayatlarının anlatısını görüyoruz. İsmi sivrilmeyen ama yaşamları her bakımdan mücadele dolu binlerce kadın olduğunu biliyoruz, bu kadınları anlatmaya devam etmek, özellikle Kürt kadın hareketinin tarihi bakımından ne anlama geliyor sence?
Her halkın tarih yazımında erkek eli vardır. Biz buna kazananların tarihi deriz ve biliriz ki o erkeklik kazanımıdır, cinsiyetten bağımsız olarak da var olur bu erkeklik. Kürt tarihinde de, sömürge bir halkın başına ne gelmişse o gelmiş aslında. Kaybedenlerin sesi yok. Burada mesleki olarak performansımız bizi bu tür hikayelerin içine düşürüyor, iyi ki de düşürüyor. Bu sayede anlıyoruz ki, feminizm biricik. Her kadının feminizmi tek ve başka başka. Kimi cephede, kimi mecliste, kimi cezaevinde, kimi fabrikada ama hepsinin ortak kaygısı tarihin yönünü değiştirmek. O yönü değiştirme misyonu da Derve’de, bu yedi Kürt kadından yola çıkabilir ancak milyonlarca kadının duygusunda buluştuğunu biliyoruz. Burada tanınmayan kimliklerin çoğaldığı bir duygu dünyası ile karşılaşıyoruz. Ve o duygu Kürt kadın hareketinin bugün ihtiyacı olan yere gelmesi için, gelecek nesillere aktarımda bulunabilmesi için mücadele ediyor. Derve’yi okuyan onlarca genç kadının hissettiği duygunun gücü, kadının varlık yolculuğunda daha büyük adımlara sahip olabilmesinden kaynaklanıyor. Kadın tarihinde, Kürt kadın tarihinde Derve okyanusun bir damlası sadece.
KADIN TARİHİNİ YAZMAK EMANET BİR YÜK GİBİ
Kitap üzerine 6 yıl çalıştığını söyledin. Görüşmeleri yaptığın tarihle kitabın yayınlandığı tarih arasında epey bir süre var. Sürenin uzamasında neler etkili oldu? Biliyorum ki bu süreçte sen de gündelik dertleri olan, bir çocuğun bakımının zorluklarını yaşayan, bu arada göç eden, kendine yaşam kurmaya çalışan bir kadındın… Senin yaşamını kurma çabanın kitabın hazırlanma sürecine etkisi ne oldu?
Defalarca anlatıcı değiştirdim. Silip baştan yazdım. Kötülükler karşısında uzun zamanlar durmak, nefes almak istedim. Ama hiç vazgeçmedim. Bu kitap yayınlanmasaydı Zeliha anne gözleri açık giderdi, Temo’nun kemikleri –ki nerede onu dahi bilmiyoruz- sızlamaya devam ederdi. Bu yüzden dinlemekten değil de, anlatım dilinden çok korktum. Hali hazırda bu denli ajite yaşam öykülerini dilenmeden anlatmaktı istediğimiz.
Bu süreçte bir kızım dünyaya geldi. Özelde göç etmemin temel sebebi ben değildim. Ailevi bir karardı. Ama yön vereni olduğumu söyleyebilirim. Yalnızlığımın İstanbul’la, hiç kimseyi tanımadığım bir ada arasında bir farkı yoktu, kalmamıştı açıkçası. Hali hazırda zaten İstanbul’da doğup büyümüş, aslında Kürtlüğü Kürdistan’dan ayrı kalmış, kendi kendine bunu öğrenmiş belki de tercih etmiş biriydim. Benim göçüm ile kitaptaki ana karakterlerin göçü benzer zamanlarda gerçekleşti. Zeliha anne Türkiye’de kalmasını istemedi çocuklarının. Kendi orada kaldı ama her birimiz ayrı yerlere savrulduk. Bu kitabı Türkiye’de yaşıyorken yayınlatamayacağımı biliyordum. Çıktıktan sonra yayınlanmasını tercih ettim. Diasporanın özgünlüğü içinde bir Yunan adasının dağ köyünde, eve kapandığım bir kış boyunca bitirdim Derve’yi. Önce Ruken’e okuttum. Ondan onay aldım. Ardından yakın dostlarımın görüşlerini dinledim. Aksu Bora benim feminist yolculuğumun önemli bir karakteridir. Derve’de Gülten Akın rehberliğine de şahit oluyoruz. O nedenle Aksu’ya gönderdim. İlk tepkisi “Bu bir destan…” oldu. Kitabın ön sözünde de bu yedi kadın ve benim dışımda dışarıdan bir göz olarak kadınlar arasındaki tarih yazımının nasıl bir emanet nasıl bir yük ve paylaştıkça çoğalabilen bir olgu olduğu katkısını Aksu yaptı. Dipnot Kitap, metne ilk andan itibaren sahip çıktı, korkmadı, ‘ama’ demedi. Sahiden bu yüzden çok şanslıyım. Emirali Türkmen, Ümit Özger, İbrahim Yıldız başta olmak üzere Dipnot Kitap’ın tüm emekçilerine büyük bir teşekkür borçluyuz hepimiz, kadın tarihi yazımına olan katkıları için.