DUVAR 03 Mart Perşembe 2022
İdris Baluken*
“Keko… Keko…” “Kum kışt, mı kışt”(1), “Kum şıt, mı şıt”(2)
Zazaki’de “Keko” dediğimiz o masalsı kuşun(3) çığlıklarıdır yazdıklarım. Türkçe karşılığını bilmediğim, bulunduğum koşullardan ötürü öğrenme imkanından da yoksun olduğum için Zazaki ismiyle anarak anlatmaya çalışayım “Keko” kuşunun öyküsünü. Her ne kadar öyküyü, Türkçe bilmeyen rahmetli nenemin sesiyle salt anadilimde hatırlıyor, düşünüyor ve düşlüyor olsam da mütevazı bir çabayla tercüme etmeye çalışacağım. Tercümeden ötürü ortaya çıkacak anlam ve duygu yitimi gibi kusurları şimdiden üstlenmiş olayım. Temennim, öyküyü biliyor olman ve ilk cümleleri okuduğun andan itibaren anadilimizde Kırmancki ruhuyla anımsamandır.
Şöyle anlatırdı nenem: “Vaktiyle, birbirini çok seven ve bakmaya kıyılamaz güzellikte iki kardeş vardır. Ablası, kardeşini gözünden dahi sakınır. Sevgi ve güzellik timsali kardeşlerin yazgısı, annelerinin ölümünden sonra, acımasız ve gaddar bir üvey annenin eve gelmesiyle değişir. Çocuklarüvey anneden öylesine korkarlar ki, yaşamlarına ait tek gaye, onun zulmünden korunmak olur. Çocuklar kadının her istediğini yapar, bir sözünü iki etmemek için canhıraş bir çabayla koşturup dururlar. Yoksulluğun dayattığı çalışma zorunluluğundan dolayı yüzünü dahi göremedikleri babanın da kısa bir süre sonra ölmesiyle çocukların kaderi üvey annenin saçtığı keder ile bütünleşir. Kader ile kederin cenderesindedir artık yaşamları…
Günlerden bir gün üvey anne iki çocuğu ormana kinger toplamaya gönderir. Ustalıkla altını yırttığı torbanın akşamadolu olarak gelmemesi durumunda onları büyük bir cezanın beklediğini söyler. İki kardeş, torbayı doldurmak için gün boyu ağızlarına tek bir lokma dahi almadan kinger toplamaya girişirler. Öyle ki, torbanın içine bakma gereği bile duymadan, ellerini yara ve sıyırık içinde bırakan dikenlere aldırmadan ha bire kinger toplama telaşındadırlar. Zaman ilerler. Karanlık basmak üzereyken iki kardeş yorgun argın bir vaziyette, koca bir meşe ağacının altına kendilerini zor atarlar. Biraz soluklanıp eve doğru yola öylece koyulmayı tasarlarlar. Bir süre dinlendikten sonra, abla kardeşinden az ötede duran torbayı getirmesini ister. Dönüş yoluna koyulmadan torbanın doluluğunu kontrol etmektir amacı. Küçük kardeş torbayı kaldırır kaldırmaz bir tuhaflık olduğunu sezer. Torbanın altında, dikenleri ile kalın beze yapışmış birkaç kinger yaprağı dışında hiçbir şeyin olmadığını görür. Telaşla ablasına seslenir. Abla gördüğü manzaraya inanmak istemez. Torba neredeyse boş olduğu için sorgulama gereği dahi duymadan kardeşini suçlamaya başlar. Üvey anne ve ceza korkusunun mantığını teslim aldığı bir akıl tutulması yaşar. Gün boyu topladıkları kingerleri çaktırmadan kardeşinin yediğini düşünür. Aksi durumda, kendisinin tek bir dal dahi yememesine rağmen torbanın dolu olması gerektiğine kendini öyle şartlandırır ki, kardeşinin hiçbir izahatı ona inandırıcı gelmez. Zihninde oluşan yargı, hiçbir gerekçeyi yanına yaklaştırmaz. Kabaran öfkesi, aklını ve vicdanını öylesine boğar ki, tüm sağduyusunu ve soğukkanlılığını yitirmeye başlar. Ceza korkusu zihninden ürkek yüreğine döküldükçe hepten çıldırma noktasına gelir. Bu çılgınlık ânının kararttığı gözlerle görmeye başlar her şeyi. Çok geçmeden kinger toplamak için kullandığı çakıyı biricik kardeşinin göğsüne saplayıverir. Oracıkta can verir kardeşi. Öfkesi ve hırsı ablayı öyle şirazeden çıkarır ki, yaptığı işin doğruluğunu kanıtlamak istercesine cesedin karnını yarmaya başlar. Torbada olması gereken kingerleri çakı ile deştiği midede görürse, haklı çıkmanın verdiği bir duyguyla suçunu hafifleteceğini sanır. Vicdanında belirmeye başlayan sızıları bu şekilde bastırabileceğine inanmaktadır. Ne var ki yardığı midenin içi, ölmeden önce güzel kardeşinin ısrarla belirttiği gibi bomboştur. İçinde tek bir kinger kırıntısı dahi yoktur. Yüreğinde kahredici bir acı, torbaya yeniden göz atar. Torbanın altındaki yırtığı gördüğü anda gerçeği anlar. Korkunç bir suçun ve günahın idrakıdır bu! Dayanılmaz ve boğucu bir sancının ağırlığıyla sarsılır. Çığlık çığlığa Tanrı’ya yalvarmaya başlar. Ya canını oracıkta almasını ya da bedeninin, ruhunun bir kuşa dönüştürmesini ister Tanrı’dan. Vicdanında oluşan yaranın sancısından ya toprağa gömülerek ya da bir kuş bedeninde dünyanın her yerine uçarak son nefesini vereceği ana kadar işlediği suçu, bulaştığı günahı, dağlara taşlara, ağaçlara ormanlara, canlı cansız bütün mahlukata haykırarak kurtulacağını düşünür. Büyük bir azap ve pişmanlık içindeki o sesten yükselen dilekler kabul görür ve gökyüzüne yanık sesli bir kuş havalanır oracıkta. “Keko… Keko… Keko…” diye bağırır kuş. Duyanların ruhuna işleyen bir ağıttır haykırdığı. “Keko” diye bağırdıkça az da olsa bir hafifleme hisseder ruhunda ama yine de kurtulamaz vicdanını sıkan o boğuntudan. Duasını, dileğini hatırlar kuş. İşlediği suçu, bulaştığı günahı, canlı cansız bütün mahlukata duyurmaktır duası. Bunun üzerine “Kum kışt, mı kışt” (Kim öldürdü, ben öldürdüm), “Kum şıt, mı şıt” (Kim yıkadı, ben yıkadım) der… Rivayet odur ki kuş, kıyamet gününe kadar feryat figan içinde kardeş acısını haykıracak, ruhuna sinmiş suçun ve günahın azabından kurtulmaya çalışacaktır.
O gün bugündür Keko kuşu, ilkbaharın başlarında yani kingerlerin çıktığı zamanlarda acısını dağlara taşlara, ovalara, kayalara, uçurumlara haykırır. Kingerler kurumaya başladığı anda ise sesi duyulmaz, başka bir diyara göçtüğüne inanılır. Acı ile yüzleşmenin feryadı, bir nevi gelmekte olan bir baharın habercisi oluvermiştir. Doğanın baharı ve yaşamı acıdan damıtmasının mucizevi bir örneğidir adeta. İnsanın, insanlığın yapamadığını, doğanın nasıl yaptığına eşsiz bir örnektir. Kuşun ağıdı ne asil bir ruha sahiptir ki Keko sözcüğü Zazaki’de yerine göre kardeş, arkadaş, yoldaş, evlat yerine geçer. Hazin öyküsünün yarattığı ibretlik acının üzerinden türlü türlü anlatılar, dersler çıkarmak mümkündür. Kardeş acısına tercüman olduğu gibi evlat acısına, yoldaş, arkadaş, heval acısına da uyarlama imkanını verir insana. Vicdan acısı ile itirafın, yüzleşmenin, hesaplaşmanın ilişkisini ortaya seriverir.
Çocukluğumuzun geçtiği Bingöl’ün küçük dağ köylerinde ne zaman bu yaralı kuşun sesini duysak işi gücü bırakır, onu dinlemeye koyulurduk. Hâlâ öyledir bu durum bizim oralarda. Kardeş sevgisinin erdemi ve kardeş katlinin lanetine dair o günlerde söyleyecek pek söz bulamazdık. Ancak, her birimiz, farklı versiyonlarıyla dinlediğimiz öyküyü birbirimize anlatmaktan da geri durmazdık. Bugün sana yazarken kardeş sevgisinin erdemi ve kardeş katlinin laneti üzerine biriktirdiğimiz onca deneyim ve söze rağmen, hatta bu konuda başkalarına sayısız defa söylev çekmiş, önerilerde bulunmuşken tekrar bu öyküye başvurmuş olmam, çocukluk yıllarının silikleşmiş anılarında yol almaya çalışmam, garip ve ilginç bir durum yaratıyor doğrusu! Şu anda yüzlerce kitap okuyup özümsemeye çalıştığım öğretilerin çoğu yaşlı nenemin huzur veren sesi karşısında önemsiz bilgi yığınları olarak görünüyorlar gözüme…
“Keko… Keko… Keko…”, “Kum kışt, mı kışt…”, “Kum şıt, mı şıt…” Asırlardır birbirlerini boğazlayan kardeş halkların yaşadığı Ortadoğu coğrafyasının en görünür yerlerine Keko kuşunun ağıtındaki sözleri yazdırıp onların anlamını özümsetme imkânımız olsaydı… Masa başında hazırlanmış Ortadoğu haritalarındaki kanlı sınırların tam merkezine başkent isimleri yerine bu özlü sözlerin bütün dillerdeki karşılıklarını kazıma şansımız olsaydı. Her halk, birlikte yaşadığı diğer halklara yaptıkları üzerinden bir yüzleşme ve hesaplaşmaya girerek işe başlama idrakına kavuşmuş olsaydı! O durumda, sömürgecilik anlayışından fetih heveslerine, emperyal kirli planlardan günümüzün başat hükümranı kapitalist moderniteye kadar, halkları birbirine düşüren iğrenç hesapların gerçek yüzlerini açığa çıkarmak, koca bir coğrafyanın yazgısını değiştirmek mümkün olur muydu sence? Türk, Kürt, Arap, Fars, Asuri, Süryani, Ermeni, Keldani başta olmak üzere toprak ve kader birliği içerisinde olması gereken halklar birbirlerini boğazlamanın anlamsızlığını ve aymazlığını bilince çıkarmayı başarırlar mıydı dersin? Tarih boyunca Ortadoğu sahnesinde perde açan trajik oyunlardaki meşum rolleri reddetmenin zamanı gelip geçmiyor mu? Sıkça söylenegelen bir gerçeğe atıf yaparak, bilinçli olarak yanlış dağıtılan roller üzerinden, sonu iyi bitecek oyunlar kurgulamanın mümkün olmadığını belirtebiliriz. Tam tersine, böylesi bir kurgunun olduğu sahnelerden olsa olsa kaos ve karmaşanın, anlamsız ve trajik sonuçların çıkacağını söylemek mümkün! Öykümüzdeki ruhu ve rolleri güncele aktararak, devasa bir tarihsel kurguyu berraklaştırabileceğimiz kanısındayım. Korku, zulüm ve ceza sopasını elinde tutan dahil edebiliriz. Ölen ve öldürenin kimliğine bakmadan nasıl ki öyküdeki iki kardeşi rahatlıkla kurban statüsüne koyarak bir okuma yapmak mümkünse, zulmün, sömürünün, yoksulluğun, açlığın keskin pençelerini boğazlarında hissederek birbirlerini öldürme, katletme durumuna düşen kadim halkların yazgısını da bu düzleme koymak yanlış olmasa gerek. Ne var ki, öykünün özünü oluşturan suçla yüzleşme, idrak bilincine erme, vicdani yükten kurtulma ve günahtan arınma adına bağışlanmayı merkezine alan kendisiyle hesaplaşma arayışlarına gerçek yaşamın tarihsel akışı içinde rastlamak mümkün değil. Böyle olduğu için öldüren konumunda olan ve bunun rahatsızlığını taşımayan halkların durumunu, bir nevi “kurban-katil” konumundaki masal kuşunun durumu ile özdeşleştirmek zorlaşıyor. Her halükârda, hakkındaki en net kanaatlere sahip olduğumuz özneyi, katledilen kurban üzerinden edindiğimizi söylersek yanlış olmaz. “Tartışmasız kurban” statüsünü, yaşadığımız coğrafyanın gerçek hayatına uyarlamaya kalksak, şüphesiz etnisite, din, inanç, kimlik, cinsiyet vb. temelinde oldukça kabarık ve uzun listeler yapmamız gerekecek. Bunu yapmaktansa halklar temelinde Kürtleri, Ermenileri, Asurileri, Süryanileri, Keldanileri; inanç temelinde Ezidileri, Alevileri, gayri Müslimleri; sosyal ve toplumsal bazda çocukları, gençleri, kadınları anarak bu uzun ve kabarık mazlum listesinin kısa bir temsilini yapabileceğimiz kanaatindeyim.
Dipnotlar
“Kim öldürdü, ben öldürdüm.”
“Kim yıkadı, ben yıkadım.”
Anılan kuş, bazı yörelerde Pepo olarak da adlandırılır. Pepo… Keko…
Pepo….Keko… feryadında, Pepo hayret duygusunu da içeren bir yakarışın
ifadesidir.
*İdris Baluken'in yeni kitabı 'Sincan'dan Edirne'ye Hasbıhal - Name'den yazarın özel izniyle alınmıştır.