Sibel Oral
(T24 12 Temmuz 2018)
"Ankara artık kitabevlerinin yanı başında insan hakları heykelinin polis barikatıyla kapatıldığı, muhafazakâr, otoriter bir taşra şehri durumunda."
"Bizim önceliklerimiz arasında Türkiye’de öteki olarak yaşayanlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, LGBTİ’ler, mülteciler, ezilen sınıflar… özel bir yere sahip."
"Memleketin olağanüstü hâlle yönetildiği, yazarlarımızın KHK ile işten atıldığı, gazetecilerin hapishanede olduğu bir ülke manzarası var karşımızda. Biz yayıncı olarak hedeflerimize yaklaştıysak da, eleştirel bir yayıncılığın mümkün olup olmadığı sorularının sorulduğu bir memlekette yaşıyoruz şimdi."
"Seher’in yayımlanma sürecinde zincir mağazaları ve kimi kitabevlerin sansürleriyle karşılaştık. Birçok zincir mağazanın çok satanlar listesinde olmasına rağmen, çok satanlar bölümüne koymamaları, kimi kitabevlerinin isteyen okura kapalı dolaptan çıkarıp vermesi, kimilerinin kitabı almayıp ama okur isteyince biraz önce tükendi yalanları söylemeleri vs."
"Fuarlar bugün büyük tekel firmaların, bankaların ve orta büyüklükte yayıncıların kontrolünde olan; yazar-yayınevi-okur buluşmasından daha çok, firmaların para kazanmak için birbirleriyle yarıştıkları bir satış panayırı olmuş durumda."
Evet, yukarıda okuduklarınız içinde olduğumuz durumu, onların yayıncılık dünyasındaki duruşunu ve derdini özetliyor ama elbette daha fazlası var. Yayıncılık dünyamızı konu alan ve bağımsız, alternatif yayınevlerine odaklanan söyleşi dizimizin beşinci konuğu Dipnot yayınları ve Genel Yayın Yönetmeni Emirali Türkmen.
Ben bu kez "Ankara'da yayıncı olmak"la başlamak istiyorum sohbete... Bir zamanların uğrak mekânları olan kitabevlerinin, yayınevlerinin artık olmadığı bir Ankara'da yayıncı olmak...
Yayınevleri ve kitabevleri üzerine konuşulurken, Ankara’nın, kitabevleriyle iddialı olduğu söylenir hep. 1970’li yıllardan beri böyledir bu. İstanbul ise yayıncılığın başkenti olarak anlatılır. Ama eskiden beri Ankara’da küçük de olsa yayıncılık hep olmuştur. Yine de kitabevleri her zaman daha baskındır. Kitapla haşir neşir olan Ankaralılar için 80’lerin ikinci yarısına kadar Zafer Çarşısı fenomeni vardır. Yolu Ankara’ya düşmüş bütün yazarların, okurların, Ankara’da üniversite okumuş öğrencilerin anılarında bir kitabevi hikâyesi hep vardır. Kitabevlerinin önü, sabit randevu mekânlarıdır burada. Ama maalesef hızlı bir biçimde değişiyor bu; kültür ortamları, mekânları olan küçük bağımsız kitabevleri kapanıyor. Yayıncılık sektörünün tekelleşmesiyle paralel diğer birçok şey de olduğu gibi işliyor bu süreç. Kültürel hayatın giderek daha da muhafazakârlaştığı, piyasa kültürünün her şeyi belirlediği bir ortamda okur olmanın değerinin bir hayli düşük olduğu malûm. Mevcut okur profilinin de büyük AVM’lerdeki “kitapçıların” şatafatını geleneksel kitabevlerine yeğlediği göz önüne alındığında bu sonuç kültürel hayat açısından bir kayıptır, ama artık AVM’lerde zincir mağazalar rüzgârı esiyor.
Sizce taşra mı Ankara?
Taşra denince… Merkezin periferisinde, ötelenmiş, olanaksızlıklarla malûl bir yer geliyorsa da ilk elden akla, büyük şehirlerin ihmal ettiği, insana mahsus pek çok güzelliği de içerir. Gelgelelim Ankara eskilerin bu güzel taşrası da değil artık. Melih Gökçek’in 25 yıl boyunca yönettiği bir şehirde Ankara’ya taşra bile demek hafif kalıyor sanki. Ankara artık kitabevlerinin yanı başında insan hakları heykelinin polis barikatıyla kapatıldığı, muhafazakâr, otoriter bir taşra şehri durumunda.
2000 yılından, yani Dipnot'u kurmadan önce neler yapıyordunuz?
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte, yayın sektöründe önemli değişimler yaşanmıştı. Darbe sonrasında, yayıncılık/ dağıtımcılık/kitapçılık açısından oluşan birikimler büyük oranda tasfiye edilmiş, yayıncılık tarihinde bir sayfa kapanmıştı. Bununla birlikte, 83-84 yılarında başlamak üzere yeni bir yayıncılar kuşağı oluşmaya başlıyordu. Bugün faaliyete olmayan, o zaman da ağırlıklı olarak üniversitelerden ayrılan hocaların muhiti olan, onların yaptığı çevirilerle yürüyen Ankara’daki Verso Yayınları bu kuşağın temsilcileri arasındadır. Benim de yayıncılıktaki ilk durağımdı. Daha sonra ise uzunca sayılabilecek bir dönem yayıncılık hikâyemin ikinci durağı olan İletişim Yayınları’nda geçti. Son on beş yıldır da Dipnot’ta başka bir şey yapmaya çalışıyoruz.
Memleketin olağanüstü hâlle yönetildiği, yazarlarımızın KHK ile işten atıldığı, gazetecilerin hapishanede olduğu bir ülke manzarası var karşımızda. Biz yayıncı olarak hedeflerimize yaklaştıysak da, eleştirel bir yayıncılığın mümkün olup olmadığı sorularının sorulduğu bir memlekette yaşıyoruz.
Amacınızı "yaşadığımız dünyada toplumsal süreçleri belirleyen eşitsizlikçi-tahakkümcü sistemlerle arasına eleştirel bir mesafe koymayı niyet edinmiş metinleri yayımlamanın yanı sıra, daha eşit, daha adil, daha özgür bir yarının bilgisini bugünden kurmak ve yaşamda karşılıklarını üretmek yolunda çaba harcayan yazar ve okurların buluştuğu bir yayın pratiği olmak"la açıklıyorsunuz. Kurulduğunuz dönemden bugüne bu amaçlara ulaştığınızı ya da en azından yakınlaştığınızı düşünüyor musunuz?
Kuruluş sürecinde kendimizi tarif etmek için yazdığımız, sizin de alıntıladığınız metindeki meramımızı yayımladığımız kitaplarla büyük ölçüde gerçekleştirdiğimize inanıyoruz. Dünyayı, olguları eleştirel sol optikten gören yerli ve yabancı yazarların eserlerini içerdik kataloğumuzda. Bizimle aynı yerde duran okurun da ilgi odağı olmayı başardık. Gelgelelim, bugün memleketin kültür-sanat, düşünce ortamının içinde bulunduğu duruma bakınca bu çizgide direnmek daha büyük bir anlam kazanıyor bizim için. Memleketin olağanüstü hâlle yönetildiği, yazarlarımızın KHK ile işten atıldığı, gazetecilerin hapishanede olduğu bir ülke manzarası var karşımızda. Biz yayıncı olarak hedeflerimize yaklaştıysak da, eleştirel bir yayıncılığın mümkün olup olmadığı sorularının sorulduğu bir memlekette yaşıyoruz şimdi.
Gerçeği görmek ama buradan bir umutsuzluk da çıkarmamak lazım. Yayıncılık alanının yaşadığı ciddi sorunlara karşın bu 15 yıl boyunca gördük ki insanlığın büyük ütopyalarının her zaman demlendiği bir ortam ve az da olsa okuduğu kitaplarda hayallerini sürekli yeşerten, muhalif bir okur kitlesi hep var olacak.
Nasıl başladınız peki?
Dipnot, yolculuğuna Selanik Caddesi’nde küçük bir kitabevi olarak başladı. “Sizleri bütün kitapları bulabileceğiniz, taksitle kitap alabileceğiniz, arayıp da bulamadığınız kitapları isteyebileceğiniz, çayınızı, kahvenizi içerken gazetenizi kitabınızı okuyabileceğiniz… Kitap kokusuyla kahve kokusunun bir arada olduğu bir mekâna davet ediyoruz” çağrısıyla kitap dostlarının mekânı olmaya çalıştı. Kitabevlerinin kapanıp market zincirlerinin açıldığı süreçte, nitelikli bir kitabevi olarak ayakta kalmamız imkânsız hâle geldi. Kitabevini tasfiye etmek zorunda kaldık.
Bu zaman diliminde Dipnot Kitabevi’ni ziyaret etmiş, orada dergi, kitap karıştırmış, memleket meselelerini konuşmuş, çay kahve yudumlamış, kitabevinin bahçesinde sigarasını tüttürmüş bütün kitap kurtlarıyla yapmış olduğumuz meşveretin sonucunda yayıncılık serüvenimiz başladı. Giderek kataloğumuzda yeni diziler açarak genişledik, serüvenimiz bu minvalde devam etti.
Kaç kişi var ekibinizde?
Dipnot’ta dört arkadaş çalışıyoruz. Amatör ruhla çalışan, rekabeti değil dayanışmayı esas alan, herkesin her işi yaptığı, çıkardığı kitaplarla mutlu olan, yayın âlemindeki başka arkadaşlarımızın yaptığı güzel kitapları görünce heyecan duyan, yayıncı ile yazar ve okur arasındaki ilişkiyi önemseyen, eleştirel çizgiyi korumak için direnen ve ne olursa olsun bundan geri adım atmamak çabasında olan bir tayfayız.
OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler ile pek çok yazarımız, arkadaşımız işten atıldığında bu toprakların en bilge sözlerinden olan: “Bu da geçer yahu, Bu devir de geçer, zalimin zulmü de geçer, zalim de geçer gider dünyadan” deyip yazarlarımızın arkadaşlarımızın yanında olmaya çaba gösterdik.
İlk yayımladığınız kitaplar hangileriydi?
Bugün baskıları olmayan, Ayten Alkan’ın Yerel Yönetimler ve cinsiyet, Eser Köker’in Kitapta Kurutulmuş Çiçekler ya da Sözlü Kültür Üzerine Düşünmek ve İrfan Aktan’ın Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu Faşizmin Şartı Kaç isimli kitaplardı ilk ürünlerimiz.
Sosyal Bilimler kitaplarına Türkiye'de okur ilgisini dair neler söylersiniz?
Akademik ilgiye ve mesaiye hitap eden kitaplar bunlar. Bizim bu fasıldan yayımladığımız metinler toplumsal-siyasal meselelerle bakışımlı bir içerik taşıdığı için, politik duyarlılığı olan okurların da ilgisini çekiyor. Yine de edebiyat dışı kitapların en dar okur kitlesine sahip olduklarını gözlemliyoruz.
Selahattin Demirtaş'ın kitabını yayımladınız. Süreç nasıl ilerledi?
Selahattin Bey’e yazdığım bir mektupta kendisine şunu söylemiştim: “Hatta bir yayıncı olarak, öykü yazan arkadaşım nasıl bir okuma yapıyor diye de merak ediyorum. Ne dersin, ‘Halep Ezmesi’sinden’ sonra bir öykü kitabı gelir mi. Edirne zindanından büyük bir yazar çıkıyor galiba. Bu konuda merakım artmış durumda. …” Bu mektuptan sonra “kaç öykü bir kitap için sence yeterli olur” notunu alınca Seher’deki öykülerin kitap olma yolculuğu hızlandı. Seher’deki öyküler, cezaevinden, Selahattin Bey’in el yazısıyla ve üzerlerindeki “görülmüştür” damgasıyla dışarı çıktılar. Gelen öyküler yayınevindeki teknik hazırlıklardan sonra yeniden yazarına iletildi. Öykülerin cezaeviyle yayınevi arasındaki bu gelgitleri birkaç kez daha tekrar etti. Ama asıl önemlisi, karşımızda, bu uzun ve meşakkatli hayatta yalnızca siyaseten değil bir yazar olarak kendine mahsus renkli ve aynı zamanda çatallı bir dili olan, her zaman sıradan yaklaşımlara karşı kara mizahi bir tatla meydan okuyan biri var. Bizim mahallede dayanışmanın, tevazuun, dostluğun müstesna örneği olan, eylemde yaratıcılığın ve kolektif çalışmanın yıldızlı pekiyisini alan bir yazar vardı. Böyle bir yazarla uzaktan da olsa birlikte çalışmak biz editörler açısından meslek hayatımız boyunca keyifle anlatacağımız bir hikâyeye dönüştü. Tabii bu süreçte birçok insanın emeği var ama Başak Hanım’ın ve avukat arkadaşların özel bir yeri olduğunun altını çizmek isterim.
Toplatılma, yasaklama gibi çekinceleriniz oldu mu?
Toplatma, yasaklama konusunda yayımlama sürecinde değil ama daha sonra dönem dönem endişelerimiz oldu. Ama asıl Seher’in yayımlanma sürecinde zincir mağazaları ve kimi kitabevlerin sansürleriyle karşılaştık. Birçok zincir mağazanın çok satanlar listesinde olmasına rağmen, çok satanlar bölümüne koymamaları, kimi kitabevlerinin isteyen okura kapalı dolaptan çıkarıp vermesi, kimilerinin kitabı almayıp ama okur isteyince biraz önce tükendi yalanları söylemeleri vs. Bütün bunlar okurun ısrarı karşısında işlevsiz hâle geldi. Bütün bu yaşananlara rağmen Seher 2017’nin en çok satan, hakkında en çok yazılan ve konuşulan kitaplarından biri oldu.
Kitabın bu kadar çok satacağını öngörmüş müydünüz? Sizce neden bu kadar çok ilgi gördü?
Kitabın yayımlanma öncesi satışı konusunda yaptığımız sohbetleri hatırlayınca, öngörüler açısından yayınevinde ben sınıfta kalanlardanım. Çok satmasının ise birçok nedeni var. Birincisi Demirtaş’ın fikirlerini önemseyen, paylaşan bundan dolayı kendisine ve partisine oy vermiş insanlar ilgi gösterdi. İkincisi bir parti lideri fikirlerinden dolayı cezaevine atılmıştı, susturulmaya çalışılıyordu, insanlar bunu haksızlık olarak görüyorlardı. İstanbul kitap fuarındaki imzalara gösterilen ilgiden anladık ki kendisiyle dayanışmak istiyordu okur. En önemli özelliği ise Seher’deki öyküleri okuyan herkes öykülerden etkileniyor, kendinden bir iz buluyor yakın arkadaşlarına Seher’i okudun mu diye soruyorlardı. Seher yalnızca Türkiye’de değil farklı ülkelerde de büyük ilgi gördü. Bundan dolayı dünyanın farklı ülkelerinde, on dilde yayınlanıyor.
Şu ara yeni kitaplarınız arasında halen cezaevinde olan milletvekili İdris Baluken'in romanı ve çatışma sürecinde Diyarbakır'ı, Sur'u anlatan Nurcan Baysal'ın kitabı var. Özellikle bu dönemde bu kitapları yayınlamak "cesaret" istiyor mu sizce ya da şöyle diyelim siz gerisini getirin: Dipnot Yayınları bu kitapları yayınlıyor çünkü...
Dipnot olarak dünyanın genel akışının kıyılarında yayıncılık yapmayı benimsedik. Bizim önceliklerimiz arasında Türkiye’de öteki olarak yaşayanlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, LGBTİ’ler, mülteciler, ezilen sınıflar… özel bir yere sahip. Sur’un büyüleyici yapısına hayran kalarak, ötekinin ölü-bedenine yapılan ya da yapılmayanların yaşayanların yaşama pratiklerine ve deneyimlerine birlikte bakma çabası cesaretimizden çok belki utancımızdan olabilir! Eleştirel düşüncenin akademiden, edebiyattan ve siyasetten kovulmaya çalışıldığı bu ortamda, eleştirmekte ve değiştirme çabasında direnen, bunun bedelini zindanlarda yatarak, işlerinden atılarak ödeyen yazarların çalışmalarına ilkesel olarak öncelik veriyoruz. Bizi diğer yayınevlerinden farklı kılan yanlardan birisinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Bunun cesaretli olmakla değil de toplumsal sorunlara yaklaşımımızla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Yayıncılığın gittikçe büyük sermayeli kuruluşlar eliyle yapılmaya başlanması, yayıncılık alanında çok temel dönüşümlerin meydana gelmesine yol açtı. Kitap, her şeyden önce artık bir tüketim nesnesi, diğer metalar gibi bir meta hâline geldi. Diyebiliriz ki kocaman gökdelenlerin kapladığı bir toprak kesitinde, bu gökdelenleri çevreleyen bir gecekonduyuz, gecekondulardan biriyiz.
Kürt halkına ve Kürtlerin tarih boyunca yaşadıklarına dair yeterince kitap yayınlanıyor mu? Yayıncılar daha önce ne kadar açıktı bu başlık altındaki kitaplara, şimdi ne kadar açıklar sizce?
Türkiye yayıncılık tarihi yazılırsa aslında eleştirel yayıncılık yapanlar da dahil bu konuda kitap kataloglarına bakarak gerçeği görmek mümkün. Üç beş yayınevi dışında Türkiye’nin en eski ve en temel meselesi konusunda kör sağır tutumlarıyla bilinçli bir tercihte bulunduklarını düşünüyorum. Barış sürecinde kısmen yayınlar ve araştırmalar artmakla birlikte, OHAL süreciyle beraber özel bir otosansür uyguladıkları çıplak biçimde görülüyor. Bunun asıl kaynağı Türkiye yayıncılığının da Barış Ünlü’nün yeni çıkan Türklük Sözleşmesi kitabında çok güzel anlattığı sözleşmenin içinde olmalarından kaynaklanıyor.
Muhalif yayıncılık paylaşımcı ve dayanışmacı karakterini önemli ölçüde kaybetti. Herkes kendi gemisini yürütme cabası içerisinde.
Yayıncı olarak sektörel anlamda yaşadığınız zorluklara gelelim...
Yayıncılığın gittikçe büyük sermayeli kuruluşlar eliyle yapılmaya başlanması, yayıncılık/dağıtım ve kitab-evi zincirleri alanında geçmişe kıyasla ciddi bir büyümenin yaşanması çok temel dönüşümlerin meydana gelmesine yol açtı. Günümüzde daha belirgin şekilde gördüğümüz gibi, bir kitabın satıp satmaması içeriğinden çok, güçlü dağıtım kanalları aracılığıyla dağıtılmasına, kitap marketlerinde yaygın şekilde sergilenmesine, gazetelerde kitap eklerinde hakkında tanıtım yazıları çıkmasına ve yayınevinin yüklü bir reklam bütçesi ayırmasına bağlı. Satış kanallarının büyük grupların denetimine geçmesi, artık her AVM’de bir kitap zincirinin mağazası olması, bağımsız kitapçı sayısının genel olarak çok yetersiz olmasıyla birleşince muhalif yayıncıların kitaplarını kitapevlerinde sergileme imkânı giderek azalıyor.
Türkiye’de muhalif yayıncılığın tarihiyle toplumsal hareketler arasında kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı bir ilişki hep var olmuştur. Geçmişte siyasi yapılar aracılığıyla toplumun birçok kesimiyle –öğrenciler, işçiler, gecekondu mahalleleri, sendikalar vs.– kurulan ilişkiler ise dağılmış durumda. Türkiye solunun önemli bir bölümünün varoşlardan ve işyerlerinden çekilmeye başlaması ve giderek yaşamını “mutena” semtlerde sürdüren orta sınıf bir karakter kazanması, yayıncılık alanında piyasa-dışı alternatif erişim mekanizmalarının kurulamamasında kuşkusuz etkili oluyor.
Muhalif yayıncılık paylaşımcı ve dayanışmacı karakterini önemli ölçüde kaybetti. Herkes kendi gemisini yürütme cabası içerisinde.
Fuarlara gelirsek…
12 Eylül sonrasında muhalif yayıncıların ve yazarların buluştuğu, fikirlerin konuşulduğu bir ortamken, bugün büyük tekel firmaların, bankaların ve orta büyüklükte yayıncıların kontrolünde olan; yazar-yayınevi-okur buluşmasından daha çok, firmaların para kazanmak için birbirleriyle yarıştıkları bir satış panayırı olmuş durumda. Muhalif yayıncıların stant kirasını karşılayamadığı için gelemediği, gelenlerin de aynı stant bedelini ödemesine rağmen 3-5 m2 stantlarda duvar kenarlarına sıkıştıkları marjinal (Aa, bunlar serbest piyasaya karşılarmış, Kürtlerle ilgili kitaplar basıyorlar vs…) muamelesi gördüğü mekânlara dönüşmüş durumdadır. Vergi vb. sorunları konuşmaya değer mi bilmiyorum.
Yeni diziniz siyasi polisiyeden bahsedelim biraz, bildiğimiz polisiyeden farkı nedir?
“Siyasi” nitelemesi iliştirilmediğinde bile polisiye türünü örnekleyen başat eserlerin belli bir tarihsel bağlama oturduğunu ve bu bağlamın çizgilerini içerip bunları yansıttığını söylemek gerekir. Ernest Mandel, “Hoş Cinayet: Polisiye Romanın Toplumsal Bir Tarihi” adlı eserinde, suçun tarihinin burjuva toplumun tarihi olduğunu söyler. İşte bu bağlama oturan bir türün kendisi özel olarak politik bir eksende yürümeyi hedeflemese bile döneminin toplumsal gerilimlerini ilettiği ölçüde “Siyasidir,” diyebiliriz.
Uzun bir zamandır polisiye roman içerisinde hatırı sayılır bir yer edinmiş “Siyasi polisiye” diye özel olarak vurguladığımız tür ise söz konusu çizgileri daha bilinçli olarak iletmeyi hedefliyor. 1970’li yıllardan itibaren kendisini güçlü bir akım olarak öneren bu türün en güzide örneklerini dikta rejimlerinin, iç savaşların ortamını tecrübe etmiş ülkelerin vermiş olması buna delalet eder. Hemen burada İspanya’yı anabiliriz mesela. Faşist Franco rejiminin ardından pek çok İspanyol yazar faşizmin yığdığı birikintileri polisiye yazınının malzemesi kılmışlardı. Türün, Şili, Yunanistan ve Arjantin darbelerinin ardından ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilerden de kendisine yazar devşirmesi manidar değil midir? Acılarıyla, özlemleriyle, umutlarıyla hayal kırıklıklarıyla, yenilgileri anlatırlar ya da en fazla, ağır yenilgiler içinde kazanılmış küçük zaferleri. Bizim gibidirler ve anlattıkları bizim hikayelerimizdir.
Neden böyle bir tür seçtiniz, dizide yer alan ve alacak kitaplar hangileri?
Az önce de değindiğimiz gibi siyasi polisiyeyi örnekleyen eserler, siyasal çatışma ve kutuplaşmaların, egemenlerin ağır baskısı altında geçen dönemlerin, edebiyatın içinden en sahici hâliyle anlatmasıdır. Bir tür yaşananlara fener tutmasıdır. Bizim yayımlama çabasında olduğumuz siyasi polisiyeleri okuyan okurun insanlığın hikâyesinin nasıl da birbirine benzediğini, kendi hikâyesinin biricik olmadığını, mazlum olarak da dünyanın başka yerlerindeki insanlarla gerçek anlamda kardeş olduğunu göreceğini, onların hikâyelerini derinden hissedeceğini düşünüyoruz.
Doğrusu yeni başlayacağımız bu diziye okurun ilgisini ve eleştirilerini bizde merak ediyoruz. Bu diziden ilkin Dominique Manotti’nin “Firar”ını yayımladık. Çevirisi bitmiş ve yayımlama aşamasında olan beş kitap önümüzdeki dönem okurlarla buluşacak. İlkin söyleyebileceklerim arasındaki Soğuk Toprak (Adrian McKinty), İrlandalılara has bir kara mizahla, bir yandan bize iç savaşın bütün şiddetini hissettirmeyi başarırken öte yandan soluk kesen bir soruşturmanın içine sürüklüyor. Didier Daenincky Açların Şöleni adıyla yayımlayacağımız kitabında Paris Komünü’nü anlatıyor. Bir de Komünü polisiye olarak okuyalım. Manotti’nin ikinci kitabı “Teşkilatın Gözdesi” de yolda.
Peki son olarak önümüzdeki aylarda yayımlayacağınız kitaplarla bitirelim...
Biz yayıncılar açısından yazın iki ayı, çalışma hızımızın yavaşladığı, tatil yapmaya çalıştığımız ama asıl sonbahar hazırlıkları da yaptığımız dönemdir. İlk elden yayımlama aşamasında olan kitaplarımız şunlar:
Rus yazarlardan derlediğimiz Ekim Devrimi yıllarını anlatan Devrim Öyküleri, Pattrice Jones’in Artçı Şok: Şiddet Dolu Bir Dünyada Travmayla Yüzleşmek, “Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar” dizimizin 3. kitabı Hakikat Arayışı, Carolyn E. Fick’in, Haiti Devrimi: Aşağıdan Bir Tarih. Cemal Salman’ın, Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin 2017 Genç Sosyal Bilimciler Ödülü’nü alan, kentleşme bağlamında Alevi kimliğinin kültürel-siyasal dönüşümünü irdelediği araştırmasını ve Meg John Barker’in yazdığı, Julia Scheele’nin çizdiği Queer: A Graphic History’i (Utku Özmakas’ın çevirisiyle) önümüzdeki sonbaharın ilk aylarında okurla buluşturacağız.