Duygu Ergün
sendika.org, 22 Mart 2021
“Annem tamı tamına yedi gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz yüz elli metre ilerisinde öldük…”
Bu sözler, Şırnak’ın Silopi ilçesinde 14 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen sokağa çıkma yasağının beşinci gününde öldürülen ve cansız bedeni yedi gün boyunca sokak ortasında bekletilen 57 yaşındaki Taybet İnan’ın oğlu Mehmet’e ait. Onlar yüz elli metre ileride, biz kilometrelerce ötede öldük ya, yine de kırk yıl kırklansak üstümüzden çıkmayacak bir leke ile kirlendik. Yerde yatan sadece bir insan bedeni değil, Taybet Ana’nın nezdinde bütün bir insanlığın onuru, sınavıydı. İnsanlıktan kaldık. Cenazesi günlerce asfalt üzerinde kalan bir anne, ailesi sokağa çıkamadığı için buzdolabında bekletilen bir çocuk, bir TV kanalına bağlanıp “Çocuklar ölmesin” dediği için hapse mahkûm edilen genç bir öğretmen… Murat Sevinç bir yazısında “Cehennemin istiap haddi var mıdır?” diye soruyor, sahi var mı gerçekten?
Cehennemin istiap haddini -şüphesiz ki!- bilemeyiz ancak yüreğinde aynı acıyı hisseden insanlar için bir sınırın olduğu kesin. Ülkenin doğusunda sokaklarda, caddelerde savaş sahnelerini aratmayan bir trajedi yaşanırken bu duruma sessiz kalıp yaşananları izleyenler, oradaki insanları “terörist” ilan edip küfredenler kadar bu yaşananların son bulması gerektiğine inanan ve seslerini bu yönde çıkaranlar da oldu. Bu suça ortak olmak istemediklerini dile getiren Barış Akademisyenleri, bu oluşumlardan biri. Ortak bir bildiriyle açıklama yapmalarının ardından çok geçmeden “terör örgütüne destek vermek” iddiasıyla onlarca akademisyen gözaltına alındı, görevinden uzaklaştırıldı ya da haklarında idari veya adli soruşturma açıldı. Peki, tüm bunlar her birimizin hayatına ne kadar değdi, payımıza düşen sorumluluğun ne kadarını göğüsledik? Yaşanan olayları kendimize değen yerlerinden alıp yorumlamak, ardını ise unutmak toplumsal bir hastalığımız olmuş. Ve gittikçe tedavi edilemez bir hale dönüşmek üzere. Oysa “unutmak kişisel acılarımız için belki yaşama gücü verir ama toplumsal acılarda unutmak, ipimizi kendi elimizle cellâdımıza teslim etmekten başka”[1] neye yarar? Anımsamak ve eyleme geçmek gerek: Taybet Ana’yı, Cemile’yi, Ayşe öğretmeni ve onuru için canına kıyan Mehmet Fırat Traş’ı…
Mutlu bir yusufçuk havalandı: Leylan
Leylan[2], Selahattin Demirtaş’ın yazdığı bir Türkiye romanı. Demirtaş, güncel politikadan asla ayrılmayan sorunlar üzerinden dillendirdiği meramıyla dört duvar arasından “mutlu bir yusufçuk” havalandırıyor adeta. Ve bu yusufçuk kanadına sadece kederi değil bir de umudu yüklenerek “güneşli güzel günlere” olan inancımızı artırıyor. “Bazen gerçeği görür kabullenmek istemeyiz. Bazen tutunabilmek için gerçeği ararız. Bazen de yaşanan her olayda tek gerçek varmış gibi düşünürüz,” diyor ve başlıyor anlatmaya. Diyarbakırlı bir delikanlının, Kudret’in, Leylan’a yani Serap’a duyduğu o derin aşk hikâyesini okumaya başlıyoruz önce. Ortaokul yıllarında başlayan bu aşk, öyle bir aşk ki Kudret asla karşılıklı konuşma gereği duymadan aşkını hissettirmenin yollarını arıyor yıllarca. Her gün belirli saatlerde evinin önünden geçerek, mendilini çalarak, onu uzaktan sevmesine engel olabilecekleri, evlenmeyi aklından geçirenleri bir yolunu bulup yolundan ayırarak yaşıyor aşkını. Okul yıllarını hatırlayarak ilerleyen hikâyede o döneme hâkim olan atmosfer de konu oluveriyor kitaba. Öğrencilerin Türkçeyle ilk kez okulda tanıştıkları eğitimleri sırasında özellikle yazılışı veya okunuşu birbirine benzeyen Türkçe-Kürtçe kelimelerin nasıl birbirine karıştığını mizahi bir dille anlatıyor Demirtaş. Elbette bu “mizahi anlatım” için acıyı bal eylemek de diyebiliriz. Kudret “İşin doğrusu hiçbirimiz ne okuduk ne yazdık. Aklımız yetmediğinden değil ‘dilimiz’ yetmediğinden,” diyor. Hiç bilmedikleri bir dille ansızın karşılaşanlara çok yakın gelen bu satırlar bizlerinse duygudaşlık bağını kuvvetlendiriyor…
Mutluluk
Kudret’in okul yıllarından sınıf arkadaşı Netice’yle karşılaşması hikâyeyi bambaşka bir yere çeviriyor. Netice’nin kendisi gibi barış akademisyeni olan ve mesleği elinden alınan bir arkadaşının hayatından esinlenerek yazdığı “Hayat Hep Yarımdır” romanını Kudret’le birlikte okumaya başlıyoruz. İlk satırlarından itibaren bir serabın içinde buluyoruz kendimizi. “İki ayrı beynin birbirine bağlanmasını sağlayıp çoklu bilinç ortamı yaratmayı başardıklarından söz eden” bir dünyanın içinde: Bedirhan’ın, Sema’nın, Celal’in ve diğerlerinin hayatlarında…
Meselenin buraya nasıl bağlandığı ve ardının nasıl geliştiği meraklı okurların okuyarak bilgi edinebileceği bir husus. Romanın özünde Barış Akademisyenleri, 90’lı yılların zulmü ve direnişi, hatta İrlanda cezaevlerindeki açlık grevlerine kadar pek çok toplumsal olay çıkıyor karşımıza. Asıl mesele ise “gözlerini kapatsan bile görmekten kaçamayacağın şeyler karşısında ne yapacağın.” Demirtaş, satır aralarına gizlenerek bu soruya farklı cevaplar arıyor. Yoksulluklar, acı çeken insanlar, savaşlar ve haksızlıklar… “Bunları görmek için bir çift göze ihtiyaç yoktur,” diyor. “Önemli olan bunları görerek yaşamına değer katmayı başarmaktır. Belki o zaman gerçekten mutlu olmayı bile başarabilirsin.” Mutluluğu ise kimi zaman bir aşkın içindeki özgürlükte arıyor: “İnciyi seveceksen bir gerdanda sallanan kolyede değil, denizin en dibindeki istiridyenin içinde seveceksin.” Kimi zaman mücadelenin direnişçi ruhunda arıyor: “Mutluluk dinginlik hali değildir; kavganın, mücadelenin, çatışmanın içinde büyür en büyük anlam ve en büyük mutluluk.” Kimi zamansa “uyduruk bir konforu, savaşa karşı olmak gibi erdemli bir tutuma tercih” eden Celal’in ikbalinden vazgeçebilme erdeminde arıyor. En nihayetinde ise “Hayat, mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinden koşarken mutlusundur,” diyerek peşinden koştuklarımızı, ama en çok da koşmadıklarımızı bir bir düşürüyor aklımıza.
“Yarı tanrı olmakla ezilen olmak arasında bir de insan olmak var”
Çoğu kez cehennemi aratmayan hayatın keşmekeşliğine aldırış etmeden yaşayıp gitseydik okuduğumuz bu roman bize belli başlı duyguları anımsatmaktan ibaret kalacaktı. Fakat öyle olmuyor. Demirtaş’ın Devran’da da dediği gibi “Yarı tanrı olmakla ezilen olmak arasında bir de insan olmak var.” Hâlâ insan kalabilmeyi hatırlıyoruz. Örselenmiş hislerin, tarifi olmayan acıların, telafisi zor yanlışların karşısında ne kadar ortaklaştığımızı düşünüyoruz. Demirtaş’ın satırları topraklarımız, coğrafyamız, dünyamız farklılaşsa da aslında benzer dertlere sahip olduğumuzu gösteriyor. En güçlü çözüm yolunu ise duyargalarımızı genişletmekte ve bir olma cesareti göstermemizde buluyor. Popüler olan, gösterilen ne olursa olsun bu uğurdaki en küçük adım ve bir emek zerresi bile bir anlam ifade ediyor. Bu vesileyle unutma gayretkeşliğimizden kurtulup bizi yeniden filizlendirecek insanlığımıza dönüyoruz yüzümüzü.
Seher, Devran ve Leylan. Vicdan muhasebesiyle kurulmuş bu üç eser için; gülümsettiğin, ağlattığın, anımsattığın her şey için teşekkürler. Ve her şeyden öte biz “dışarıdakilere” hapsedilenin sadece bedenlerin olduğunu, zihinleri kimsenin hapsedemeyeceğini ve kimsenin durduramayacağını bir kez daha gösterdiğin için minnetle…
Dipnotlar:
[1] Şükrü Erbaş, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Dünya, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2020.
[2] Selahattin Demirtaş, Leylan, Dipnot Yayınları, 2020.