SÖYLEŞİ SERKAN ALAN
DUVAR 29 Mart Pazartesi 2021
ANKARA - AK Parti iktidarı döneminde, “mega proje” olarak nitelendirilen köprü, otoyol, havalimanlarının büyük kısmı Kamu Özel İşbirliği (KOİ) modeliyle yapıldı ve hâlen yapımı devam eden çok sayıda proje bulunuyor. Muhalefetin “Beşli çete” ifadesiyle tanımladığı şirketlerce yapılan projeler kapsamında bu şirketlere döviz kurundaki değişiklik nedeniyle tam anlamıyla hesaplanamayan milyarlarca lirayı bulan ödeme garantileri veriliyor.
Türkiye’de ilk şehir hastanesi ihalesinin Kayseri için yapıldığı 7 Nisan 2011 tarihinin üzerinden de yaklaşık on yıl geçti. Kentlerin dışında yükselen, ulaşmak için yolların sonradan yapıldığı şehir hastaneleri için şirketlere verilen “garanti hasta” ücretleri, milyonlarca lirayı bulan maliyetleri kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor.
‘BU HASTANELER LAZIM TEMEL TEZİNİN GERÇEK OLMADIĞI TESCİLLENDİ’
Avukat Özgür Erbaş’ın Dipnot Yayınları tarafından okurlarla buluşan ‘Şehir Hastaneleri Altı Kaval Üstü Şişhane’ adlı kitabı, iktidarın “mega projeler” ifadesiyle sunduğu şehir hastanelerinin hayatlarımıza nasıl girdiğini, bu yapıların hangi yargı kararlarının gölgesinde yükseldiğini ve süreç içerisinde atılan ya da atılmayan adımların etkilerini çarpıcı bir şekilde sunuyor.
Şehir hastaneleri konusunda kamuoyunun kolay elde edemeyebileceği bilgileri titiz bir fikri takip süreciyle okurlara sunan Erbaş, bu hastanelerin geleceğine dair alınabilecek olası kararlara ilişkin de hukuki çerçeveyi sunuyor. Öte yandan Erbaş, bu dönemde sağlık alanında dünyada olanı ve biteni de örnekleriyle yansıtıyor.
Şehir hastanelerinin gelecekte büyük ihtimal batacağını, bu hastanelere harcanan para cebimizde olsa korona virüsü aşısı bulmak için kıvranmayacağımızı söyleyen Erbaş, “İktidar yarın, ‘şehir hastanelerinin yeri iyi, arazisi geniş buraları gayrimenkul yatırım ortaklıklarına konut, işyeri, AVM yapmaları için devredeceğiz de bu hastanelerin sahiplik yapısını değiştiriyoruz ve hisselerini halka arz edeceğiz’ de diyebilir” dedi ve yönelttiğimiz sorulara şu yanıtları verdi:
Çalışmanızın bir yerlerde asılı kalan bilgilerin belli bir bakış açısıyla bir araya getirilme çabasından ibaret olduğunu ifade ediyorsunuz. On yıl önce hayatımıza giren şehir hastaneleri konusunda su çok mu bulandı? Yoksa hakikat çok açık ortada ama yönetenler görmüyor mu?
Türkiye’de ilk ihale 2011 yılında yapıldı ve ilk hastane ancak 2017 yılının sonlarına doğru, o da epey zorlamayla açılabildi, 2019 yılının sonunda Bütçe Kanunu görüşmelerinde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ağzından iktidarın kamu-özel ortaklığı finansman modelini sağlık alanında uygulamaktan vazgeçtiği ilan edildi. İhalelerin iptal edildiği hatta bazı sözleşmelerin de karşılıklı anlaşmayla tazminatsız feshedildiğini de böylelikle öğrendik. Demek ki yönetenler de aslında çok kısa zamanda görmüşler. Şehir hastanelerinin parlatıldığı dönemde “Bu hastaneler lazım, hemen bugün lazım, bütçemizde buna yeter para yok” temel tezinin de gerçek olmadığı tescillendi. O halde yönetenlerin 2005 yılında ilk Kanunu yaptıkları günden bugüne kadar söyledikleri ve söylemedikleri ne varsa bize açıklaması gerekir. Yani idarenin iradesinin nasıl şekillendiğini, bunun dayanağı olan verilerle birlikte halka açıklaması lazım. Temel demokrasi kuralı olarak.
‘ŞEHİR HASTANELERİNDE ÇALIŞANLAR İÇİN SORUN GÜNCEL’
Kitap, gazeteciliğin temel dinamiklerinden kabul edilen fikri takibi şehir hastaneleri özelinde çok başarılı bir şekilde yansıtıyor. Şehir hastaneleri bir gecede hayatlarımıza girmedi, geçmişte atılan adımların, alınan kararların, yargı sürecinde ortaya çıkan durumların unutulmaya yüz tuttuğunu, kamuoyunda bu konudaki bilincin zamanla sönümlendiğini düşünüyor musunuz?
Yıllar önce Norveç’te bir kız çocuğu tecavüz edilerek öldürülmüştü. Olay duyulduğunda Norveç Kraliyet temsilcileri yurtdışı gezisindeydi ve geziyi yarıda kesip ülkeye döndüler. Aileyi ziyaret ettikten sonra üç ay boyunca bu sorunu tartışmaya karar verdi ülke. Böyle değil de iktidarın halktan bilgi saklayarak neyi niye yaptığını açıklamadığı bir ülkede yaşadığınızda fikri takip aslında o takibi yapanlar sayesinde mümkün oluyor bana göre. Dolayısıyla kamuoyunun bir bütün halinde tek tek bütün meseleleri aynı kararlılıkla takibi bizde mümkün mü emin değilim. Tek bir Resmi Gazete’de takibi zorunlu en az on mesele olabiliyor. Şehir hastanelerine gitmek zorunda kalanlar, orada çalışanlar ve kapatılan hastanelerin etrafındaki insanlar için sorun günceldir. Ancak iktidarın bu yöntemden vazgeçtiğini açıkladığı günden beri, ilk günden beri bu işe karşı olduğunu ve mücadele ettiğini beyan edenlerin sayısından bir artış oldu. Ben o mücadeleyi kimlerin yürüttüğünün de anımsanmasını, bilinmesini istedim. Yapboz mevzuatın taranıp derlenmesi ve sürecin özetlenmesinin de gerçek araştırmacıların işini kolaylaştırmasını diledim.
‘KAMUDAN BESLENEN ŞİRKET SAYISI ARTIYORSA ‘KAVGA’ DA SÜRÜYOR DEMEKTİR’
Bugün şehir hastanelerinin yanı sıra köprü, otoyol gibi farklı alanlarda karşımıza çıkan “Özelleştirme” kavramının ilk kez anayasaya giriş sürecini de kitapta anlatıyorsunuz. 1999 yılında TBMM Genel Kurulu’nda yapılan Anayasa değişikliğine tek itiraz eden vekilin Kamer Genç olduğunu belirtiyorsunuz. Dönemin muhalefet temsilcisi Fazilet Partili Cemil Çiçek’in görüşmeler sırasında, “Eğer devletin elinde kamu bankaları olmasaydı, devletin elinde bu kadar KİT ve hazine arazisi olmasaydı, emin olun Türkiye’de bu kadar kavga da olmazdı, elli yıldır tartıştığımız kavgaları da şimdiye çoktan geride bırakmış olurduk” sözleri çarpıcı. Özelleştirmelerin yaygınlaşmasıyla Türkiye’de “kavga” bitti mi? Yoksa başka alanlarda başka “kavgalar” mı başladı?
Özelleştirme türü veya adı değişerek sürüyor, sonuçta kamusal alanın içine girerek, kamudan beslenerek ve tek faaliyeti bundan ibaret şirket sayısı artıyorsa “kavga” da sürüyor demektir. Örneğin 15 Temmuz 2016 Cuma günü Türkiye Büyük Millet Meclisi bir yasayı görüşerek dağıldı ve ardından darbe teşebbüsü oldu. 18 Temmuz 2016 gününden tatile girdikleri güne kadar çıkan yasalara ve yapılan tartışmalara bakın mesela. Hepsi yabancı yatırımcıların işlerinin kolaylaştırılması için yapılan düzenlemeler. Bu bize “kavganın” nerelere varabileceğini de gösteriyor tabii.
‘ADINDA ‘KALKINMA’ OLAN PARTİ KALKINMA BAKANLIĞINI KAPATTI’
Kitap, anayasa yapım süreçlerinin ardından özelleştirme süreçlerine dair bir perspektifi okurlara sunuyor. Türkiye’de ilk, Kayseri için şehir hastanesi ihalesinin yapıldığı 7 Nisan 2011’den önce ‘2010 Anayasa’ değişikliği süreci yaşandı. Bu dönemde “iktisadi dönüşüm” yeterince öngörülemedi mi? Özellikle bu anayasa değişikliği şehir hastanelerinin şekillenişini nasıl etkiledi?
Anayasa teklifi metinlerini destekleyen veya karşı çıkanlar arasında hukuk fakültesi mezunu olanların yorumları nerelerde farklılaştı, neler tartışıldı buna da bakmak gerekir. Sonuçta öngörünün dayanağı bilgidir, bilginiz de itinayla yontulmuşsa aslında tam anlamıyla serbest tartışma yapmanız da olanaklı değil. 2010’da Devlet Planlama Teşkilatının kapatılacağını, ekonomik sosyal konsey denilen neye yarayacağı belli bir yapının kurulduğunu ve tabii asıl cici bir yargının inşasına gidildiğini söyleyenler de oldu ama pek sesleri duyulmadı. Gelinen aşamada adında kalkınma olan bir parti Kalkınma Bakanlığını kapattı.
‘ŞEHİR HASTANELERİ BÜYÜK İHTİMAL BATACAK’
Malum bugünlerde de iktidarın yeni bir anayasa çağrısı var. Kitapta, “Ne vakit yapısal reform, siyasal istikrar, hukuk güvenliği vurgusu yapılırsa bundan anlamamız gerekenin sermayenin ayağına taş değmemesi için atılacak adımlar olduğunu iyice öğrendik” diyorsunuz. Gelecekte, özellikle şehir hastanelerinin sermayedarlarının ayağına değmesi muhtemel olası taşlar için kamu kaynakları daha da fazla kullanılacak mı?
İktidar yarın şehir hastanelerinin yeri iyi, arazisi geniş buraları gayrimenkul yatırım ortaklıklarına konut, işyeri, AVM yapmaları için devredeceğiz de bu hastanelerin sahiplik yapısını değiştiriyoruz ve hisselerini halka arz edeceğiz de diyebilir. Çünkü bence bu hastaneler büyük ihtimal batacak. Batmasınlar veya batarken de birileri gelir elde etsin denilebilir ki İngiltere’de böyle oldu.
‘KAMU, SÖZLEŞME AÇISINDAN ÜÇÜNCÜ TARAF HALİNE GELMİŞ’
Başkent Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Uğur Emek daha önce yaptığımız bir söyleşide, “Şehir hastaneleri tam bir muamma ve oradaki sözleşmeleri bilen yok” ifadelerini kullanmıştı. Şehir hastanelerinin diğer KOİ’lerden farkı da bu sözleşmelerin muamma olması, süreçlerin daha da fazla şeffaf yönetilmemesi mi?
Şehir hastanelerinde hem kira hem hizmet satın alma olduğundan köprü veya otoyoldan biraz daha farklı sözleşme yapıldığı açık, ama bence özü aynıdır. Kamu-özel ortaklığı derken kullandığımız “kamu” bir illüzyona neden oluyor. Kamu yararına hareket ettiğini kabul etmemiz istenen iktidar kamu adına ama kamudan habersiz iş yapıyorsa ve sözleşmeleri de ticari sır diyerek gizliyorsa burada kamu, sözleşme açısından üçüncü taraf haline gelmiş demektir. Bu bütün sözleşmeler için böyle. Burada devlet-sermaye ortaklığı var ve bu ortaklığa kamunun üçüncü taraf olarak müdahale etmesi gerekir. Sonuçta aktarılan kaynağın sahibi kamudur.
‘SAYIŞTAY RAPORLARINDA MUHASEBE HİLESİ YAPILDIĞI SÖYLENİYOR’
Kitabın dikkat çekici kısımlarından biri de şehir hastanelerinin “gizlenen maliyeti” bölümü. Bu bölümde sözleşmenin taraflarının hangisinin kamu hangisinin şirket gibi davrandığını anlamanın güç olduğundan bahsediyorsunuz. Bu hastanelere ilişkin genel maliyetleri görmek, ödenecek tutarları saptamak güç mü? Örneğin gelecek yıllarda bu hastanelerin kamu üzerindeki toplam maliyetine dair net bir rakam söyleyebiliyor muyuz?
Başta Prof. Dr. Uğur Emek olmak üzere karmaşık bir mevzuatı da ayıklayarak maliyeti hesaplamaya çabalayan hocalarımız var. Sağlık Bakanlığının aylık mali tablolarından biz de ödemeleri takip ettik. Benim anlamadığım aylık olarak bu ödemeleri açıklamalarına rağmen milletvekilleri ödemeleri sorduğundan ticari sır denilmesi. Sayıştay raporlarında da muhasebe hilesi yapıldığı, ödemelerin düzgün muhasebeleştirilmediği söyleniyor. Sağlık Bakanlığının bütçesi kadar döner sermaye havuzu var ve bu neredeyse hiç denetlenmiyor. Buradan da ödeme yapılıyor mu bilmiyoruz. Ancak Sağlık Bakanlığı kimi hastanelerde hizmetleri de devralmaya başladı ki anladığım kadarıyla bu da maliyeti düşürme hedefleri olduğunu gösteriyor.
‘ŞİRKETİN KUSURU VARSA TAZMİNAT DA ALIP SÖZLEŞMEYİ FESHEDEBİLİRİZ’
CHP yöneticilerinin olası iktidarları halinde KOİ projelerine ilişkin çeşitli tasarruflarına içeren beyanları kamuoyuna yansıdı. Kamulaştırılacağını ifade ettiler. Şehir hastanelerinin sözleşmelerini feshetmek mümkün mü? Özellikle şehir hastaneleri özelinde nasıl bir yol izlenebilir? Sizin de kitapta başlığınız konu olan soru: Kamulaştırma mı sözleşme feshi mi uygulanabilir?
Şehir hastanelerinin sözleşmeleri esasen Borçlar Kanununa tabi. Sözleşmelerin hangi koşullarda feshedilebileceğine dair Yönetmelikte hükümler de var. Bir Kanun değişikliği ile karşılıklı anlaşarak tazminatsız feshe dair sözleşmeye hüküm konulacağı düzenlemesi de yapıldı. Şehir hastanelerinin hukuki statüsü Kamulaştırma Kanunu’nun uygulamasına elverişli değil zaten. Kaldı ki şehir hastaneleri sahiplerinin bazıları Dünya Bankasının yatırım garanti birimine siyasi risk sigortası yaptırdı. Bu risklerden bir tanesi de kamulaştırma. Onlar için bu risk gerçekleştiğinde gidip paralarını alıyorlar, o birim de muhatap ülkeye dönüp ondan para istiyor. Salgında değerli eşiyle birlikte kaybettiğimiz Prof. Dr. Ali Ülkü Azrak, 1976 yılında yayımladığı Millileştirme ve Kamu Hizmeti kitabında neredeyse bugünmüş gibi bu sorunların nasıl çözüleceğini anlatmış. Şirketin kusuru varsa tazminat da alarak sözleşmeyi feshedebilirsiniz.
‘O PARA CEBİMİZDE OLSA AŞI BULMAK İÇİN BU KADAR KIVRANMAZDIK’
Kitap korona virüsü salgını döneminde okurlarla buluştu. Türk Tabipleri Birliği yöneticileri özellikle salgının ilk başında şehir hastaneleriyle sürecin yönetilemediğine yönelik çok sayıda açıklama yaptı. Bu salgın süreci şehir hastanelerinin başka bir olumsuz tarafını da açığa çıkardı mı? Şehir hastaneleri yerine yaygın devlet hastaneleriyle süreç daha kolay yürütülebilir miydi?
Salgın yönetiminin nasıl olacağı kısmına dair söz söylemek benim boyumu aşar, ama o para cebimizde olsaydı aşı bulmak için bu kadar kıvranmazdık sanırım. Ankara Şehir Hastanesi uğruna kapatılan Zekai Tahir Burak Hastanesi’nin de kullanıldığını unutmayalım ki o hastanenin binası Türk Tabipleri Birliği’nin açtığı davada verilen karar ve sonrasındaki süreç sayesinde şirketlere otel, AVM, rezidans yapmak üzere bedelsiz olarak devredilmekten kurtuldu.
‘GAYRİAHLAKİ BORÇLARI ÖDEYİP ÖDEMEYECEĞİMİZE MUHALEFET DE KENDİ BAŞINA KARAR VEREMEZ’
Kitabın sonunda yanıt bekleyen soruları sıralıyorsunuz. “Şehir hastaneleri yeniden devlet hastanesi olduğunda yönetimi nasıl olmalı?”, “Diyelim borçları sildik, elimizdeki bu inşaatları ne yapalım?”, “Bizi borçlandıranlardan hesap sorulabilir mi?” bunlardan bazıları. Bu sorularının yanıtını kim verecek, kim vermekle yükümlü? Özellikle yönetime talip olan muhalefet temsilcilerinin bu sorulara ilişkin kapsamlı bir çalışma yapması mı gerekiyor?
Yanıtını bildiğim ama bilmezden geldiğim sorular değil bunlar. Ama okuduklarımdan anladığım kadarıyla sağlık alanına 12 Eylül darbesinin hemen ardından başlayan bir taarruz var. Dolayısıyla biz şehir hastanelerinin binasını ne yapacağımızı değil, sağlık hizmetinin kamu hizmetleri arasında olması gereken niteliğine nasıl kavuşacağını tartışmalıyız ve karar vermeliyiz. Salgın da buna dair zihinlerdeki uyuşukluğu ve ezberlerimizi kırmaya yetti sanırım. Profesyonel olarak siyasetle uğraşanlardan çok sermayeyle ilişkide üçüncü taraf sayılan halkın, vekalet ilişkisinde kendisine doğru bilgi verilmemesinin hesabını sorması ve asıl iradenin sahibi olarak meseleye müdahale etmesi gerekir. Kamu-özel işbirliği finansman modelini en çok otokrat yöneticilerin sevdiğine dair bir araştırma okumuştum başlığı da Beyaz Fil projeleriydi. Demokrasi kuruşunun hesabını sormakla da ilgili sonuçta. Bu nedenle halktan bilgi saklayarak oluşturulan borçlara gayriahlaki deniliyor. Gayriahlaki veya gayrimeşru borçları ödeyip ödemeyeceğimize muhalefet de kendi başına karar veremez.