Cemalettin Canlı
(Gazete Duvar 22 Haz 2017)
DUVAR – Söz yarayı sağaltmaz, uzaklaştırır. Yara üzerine ne kadar çok söz edilirse, yara o kadar uzaklaşır ve bir bakmışsın elin yarası gibi bir şey olmuştur. Hele toplu yaralar, herkesin yarası olup da hiç kimsenin yarası gibi ortalığa dökülen, tarihin konusu olup anlatıla anlatıla acısından yabancılaşan, sahipsiz kalan yaralar. Katlanabilmek adına, unutmak adına, kaçınmak adına, kabustan uyanmak adına… Her ne adınaysa sahipsiz, yabancı, ortalığa saçılan yaralar.
Dersim öyle bir yara gibi gelir bana. Ortalıkta, söz olan ve bir anlamıyla da tarihin konusu olan, herkesin ama bir anlamda hiç kimsenin yarası.
Bu toprakların üzerinde en çok söz uçurulan yerlerinin başında gelir Dersim. Bu tarihten miras olduğu kadar Dersimlilerin hayat karşısındaki direnciyle, tutunma çabasıyla da bağlantılıdır. Umuda, direnişe ve ayakta kalmaya, zulme, kırıma ama yok olmamaya dairdir hikayenin esası. Son tahlilde “Dersim’e sefer olur zafer olmaz” sözüdür Dersim’i ifade eden.
Meselenin sefer ve zafer arasında bir yerlerde yaşam bulması ise her durumda sahici olandan, gerçek yaşamdan ötede bir gerçekliğe kapı aralamakta, nihayetinde Dersimli / insan sefer ve zafer arasında bir indirgemenin nesnesi olmaktadır. Herhalde bu durum en çok Dersim’in siyasal bir konu olmasıyla da bağlantılı. Oğulların ve kızların ölmesi neyse de analar ağlamasa iyi olur inceliği ile literatürde varsa özür dilerim fırsatçılığının acıların üstünde tepinmesi bu vasatta gerçekleşiyor.
Son yıllarda yapılan pek çok çalışmanın ortaya koydukları, bir yanıyla Dersim’i bu vasattan çıkarırken, bir diğer yanıyla seferle zafer arasında indirgeme nesnesine dönen acıları ve yaşamları yeniden yağan yağmurla, esen rüzgarla buluşturuyor. Özellikle belgesel film ve sözlü tarih alanlarında yapılan çalışmalar bu sürecin yolunu açıyor. Bunlara elbette edebiyatı da eklemek gerek. Bu yoldaki çalışmalara yakın zamanlarda bir yenisi eklendi.
KÖR KUYUDA TUFAN…
Kör Kuyuda Tufan bir ilk roman. Yazarı Hasan Hayri Ateş. Gerçek ya da takma isim, ilk çağrışımı elbette 1925 yılında asılarak idam edilen Dersim Milletvekili Hasan Hayri oluyor. Zamanın çarkının kırıldığı yerde, dağa taşa, börtü böceğe, akan suya ve uçan kuşa bir ad ve anlam veren insanların tepetaklak olan yaşamlarına tanık, hatta ortak ediyor. Romanın ana temalarından birisi çarkların kırılması sanırım. Çarkların öykünün başladığı köyde kırılması, Dersim’de kırılması ve ülkede kırılması. Ve her çarkın kırılışında insanın da kırılması.
Resmi tarihin hafızasında ve sözünde Dersim şekavetle eş değerdir. Oysa Dersimliler kol atmak diyorlar ona. Biraz yiğitlik gösterisi, bir parça bilek hakkı, ganimet kaldırma. Kadim tarihlerin mirası olan gelenek ve geçim kapısı olan kol atmanın, başka bir topluluğun eşeklerine el koyma noktasına gelmesi zamanın çarkının nasıl trajik ve utanç verici bir şekilde kırıldığının en açık göstergelerinden. Yazar Berzo’nun ağzından olanca doğallığı ile veriyor çarkın kırılmasını.
Ne diyor Berzo: ‘Benim tavukları aşırıp yememle büyülerin başka aşiretlerin mallarını kaldırması arasında ne fark var. Siz orada kol atıyorsunuz, ben köyde.’ Hikaye buradan büyüyüp dağlara sarıyor. Talibin ikrarında durmaması ile Hızır’ın dağların arasında sıkışıp kalmış insanları unutması birbirini tamamlıyor. Hal böyle olunca turnalar niye gelsin?
Sonra ulus devlet güçleriyle karşılaşma. Ulus devlet kendini Dersim’i ve benzerlerini biat ettirerek inşa etmenin peşindeyken Dersim’in trajik bir şekilde kendinden soyunmasını okuyoruz romanda. Yaşanan aslında tam bir teslimiyet de değil. Pısmak, görünmez olmak. Yani teslim olacak bir şeyi bile olmamak. Dolayısıyla öfkenin kendisini pısmaya, görünmez olmaya zorlayana değil de, hakimi tatmin edecek derecede pısmayana yönelmesi… Sonra pısarak da yaşama hakkının olmadığını acı bir şekilde anlayıp, hayatta kalan, dizinde derman bulanların, Düzgün Baba’ya, Ana Jala ve dağlara, kaya kovuklarına, ormanlara sığınması.
Ahmed Arif’in dediği gibi ‘yaşamak, sade yaşamak/yosun, solucan misali‘ okuyanı da içine alıp nefessiz bırakan bir kaçma çabası. Öyle sıradan bir av avcı hikayesi değil anlatılan. Yiğitlik ve direniş üzerine bir destandan da yok ortada. Kadınlar emzikli bebeklerinin sesi duyulmasın diye göğüslerine bastırdıklarında okuyanın nefesini kesecek bir anlatım var. Ölülerini kurda kuşa bırakıp arkasına bakmadan gidenlerin, düşman bildiklerinin ölüsüne saygıyı unutmamalarının soyluluğu var…
Ve elbette umut. Romanın en ilginç kişilerinden, yeni zamanlara geçiş figürlerinden birisi olarak belirginleşen Berzo’nun –ki Berzo, aldığı eğitime, toplumsal statüsüne ve görgüsüne rağmen Memedali’den daha gerçektir- hep durumda çıkış arayışı içinde.
Bilinir olandan, yani mağarada ölmeyi beklemekten bilinmez olana, yani yaşamda kalmanın olanaklarını aramaya giderken, mağaradakilerin zaten ölüm fikrine teslim olduklarına hükmedip tüfeği de alıp gitmesi bir şey anlatıyor elbette. Kitabın sonuna gelindiğinde yazar, okuru Memedali ile mağaranın dışına, bilinmese de sezilebilen yaşama olanaklarına gönderiyor. Yani bu romanla Dersim yaralarını açıyor, dokunulmasına izin veriyor.
Kitabı okurken bir fotoğrafı hatırladım. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın tarihini anlatan bir kitapta altı asker, arkalarında bayrak bir tepede fotoğraf çektirmişler. Fotoğrafın altında ise ‘1937 Dersim isyanında Bujik Dağı’nın işgali’ yazıyordu. Belki de bu romanın kahramanları son sularını o dağın yamaçlarından akan derelerden içmişlerdir. Kim bilir.