Mehtap Ceyran
Sevgili Demirtaş,
İki yıldır masamda bekleyen ve bir türlü yazamadığım, tamamlayamadığım bir mektup bu. Sevinçle karşıladığım ilk romanınız “Leylan” bu mektubu yazmama vesile oldu.
Hapishaneden çıktıktan sonra, ilk kez bir mektup yazacağım. Hapishanedeyken çok uzun mektuplar yazardım. Seksen, yüz sayfalık roman kalınlığında mektuplar… Yazacak onca şeyi, -hem de dört duvar arasında- nereden buluyormuşum bilmiyorum.
96 senesiydi galiba, bu kalın mektuplardan birini sevgili Yıldırım Türker’e yazmıştım. Mektubuma cevabını Radikal İki’de yayımlamıştı. O mektup ve yazdığım diğer bazı şeyler bir hapishane operasyonunda yok olup gitti. Yıldırım Türker’in verdiği cevaptan ise sadece bir cümle kalmış aklımda. Mektubun başlığı mıydı acaba; “Bu bir şaman ayini…”
Hapishaneden çıktıktan sonra, bir daha mektup yazamadım. Hapishaneye yazmak ise hepten imkânsız geldi bana. Bu nedenle, avukatlarınızla yolladığınız selamlara, her seferinde buruk bir selamla karşılık verebildim sadece. Bir kart dahi atamadım, mahcubum… Size ne zaman iki satır yazmaya yeltensem ellerim ağırlaştı. Hapishaneden dışarı mektup nasıl yazılır biliyordum da dışarıdan içeri nasıl yazılır bilmiyorum. Yine de hapishaneye yazmanın bu kadar zor olabileceğini düşünmemiştim. Bir daha yazabilecek miyim, bundan da emin değilim. Bu nedenle kabul ederseniz eğer, bu mektubu sizin şahsınızda hapishanelerdeki bütün dostlara yazmış olmak isterim.
Sizi ilk kez hapishanede, demir parmaklıkların arasından görmüştüm. 95 senesiydi. Buca Cezaevine bir yakınınızı ziyarete geliyordunuz. O vakitler İzmir’de öğrenciydiniz doğru hatırlıyorsam. Sonrasında da görüş kabinlerinde çok defa gördüm sizi. Sohbet ettik. Ben çocuk sayılırdım, siz de çok gençtiniz. Aradan uzun yıllar geçti. Şimdi siz içeride, ben dışarıdayım. Hislerimi tarif etmem öyle güç ki… Fakat bu aynı zamanda yaşananın kader veya kaza olmadığının da göstergesi. Hapishane kapılarına sıra sıra dizilmiş bir toplumun evlatlarıyız biz. Düşünüyorum da yazgımız başka nasıl olabilirdi ki…
Kıymetli Dostum,
Gılles Deleuze “Sanat direnendir” der. “Ölüme, köleliğe, alçaklığa, utanca direnir.” Kuşkusuz Leylan da bu direnişten çıkıp gelmiştir. Ama öncelikle hapishanedeki için yazma eyleminin neye karşılık geldiği üzerine düşündüğümü ve bu düşüncelerimi kısaca sizinle de paylaşmak istediğimi bildirmek isterim.
Varlığın temeli hareketse eğer, kapatılma, varlığa aykırı bir durumdur. Kapatılma hareketi sınırlamaya hatta durdurmaya yönelik bir eylemdir. Çünkü kapatılma zamanın dışına, insanın kendi zamanının dışına itilmesini ifade eder. Hapishanede imkânsızlığın bütün koşullarının oluştuğunu söylemek mümkün. Bu nedenle hapishanedeki, kendi imkansızlığından imkân yaratmak zorunda olan kişidir.
Hapishanede yaratım bir bakıma kaçış çizgisiyle gerçekleşir. Bir yersiz yurtsuzlaşmadır bu. Ama kaçmak, eylemden vazgeçmek değildir. Aksine kaçış eylem üretmektir, sisteme bir delik açarak dünyanın, çağının ve kendi zamanının içine yerleşmektir. Dilin dışından, sistemin dışından fakat yaşamın içinden bir çizgi… Kuşkusuz politik olana karşılık gelir bu.
Yaşamın yeni bağlarını yaratmak, yeni bağlamlar üzerinden yaşamla ilişki kurmak hapishanedeki için hayati bir önemdedir. Kendi öznelliğini ortaya koymanın ötesinde, içkin kuvvetini harekete geçirmekten söz ediyorum. Yaratma eyleminde yaşama ve onun sonsuzluğuna dair bir şeyler vardır. Kişi bir şekilde bunun kendisinde işlediğini, hareket hâlinde olduğunu hissetmek ister. Bu nedenle kapatılan kişide baş gösteren temel itki, yaratma itkisidir. Bu ise en temelde düşünce zemininin ötesinde içten bir basıncın, varlığın kıpırdanma ihtiyacının yarattığı bir şeydir. Her ne şekilde olursa olsun kendisinde hareketi yeniden yaratmaya, yaşama anlam kazandırmaya yönelik bir eylem… Bilmem siz de bu düşüncelerime katılır mısınız?
Şüphesiz hapishanedekiyle, dışarıdaki için yazmak aynı hizada durmaz ve aynı anlamı üstlenmez. Bunu deneyimlemiş biri olarak söyleyebilirim sanırım. Hapishanede olan için yazmak öncelikle varlığın kıpırdanma ihtiyacıyla ilgilidir. Fakat bunun sanata dönüşmesi estetik arayışıyla ilgili olmalı. Leylan’ın tam da bu aralıktan, varlığın kıpırdanma ihtiyacıyla, estetik arayışınızın kesiştiği noktadan geldiği düşüncesindeyim. Çünkü nihayetinde, hapishaneden çıkmış bir roman bu.
Mekânı esneten, tek bir zamanı zamanlar arasında bölüştürerek derinleştiren katmanlı bir hikâyesi var Leylan’ın. Roman içinde roman, zaman içinde zaman, bilinç içinde bilinç.
Anlam dünyasının sonsuzluğu içinde garip bir labirent kuruyor hikâyeniz. Bedirhan karakterinizde bilinç bir yere kadar ilerliyor, sonra bir başkası olarak devam ediyor. Bir başkası olarak kendisi olmayı, yine başkasının gözünden izliyor ve tarif ediyor.
Kendisi olmanın imkânsızlığının, buna asla izin verilmeyişinin, insan olma hâllerimize yapılan ağır müdahalenin yanı sıra, başkası yerine geçebilmenin, onun gibi hissetmenin imkânlarını ve bunun bize vaat edebileceklerini tartışıyor.
Romanı okuduktan sonra, bu çoklu bilincin tek bir akara dönüşmesini bir süre düşünmem gerekti. Tam olarak ne yapmak istemiş olabilirdiniz. Romanın kurgusunun ve biçiminin başarısının yanı sıra, metnin dip akıntısında gürül gürül akan bir şey daha vardı üstelik. “İçimde kaldı” dediğiniz o romandı belki de bu…
Bana çok tanıdık geldi. Kudret’in dille olan meselesi, Bedirhan’ın dağılmış bilincinin başka bilinçlere geçerek bir bakıma kendini onarma isteği. Ve elbette tüm bu hikâyenin içine yerleştiği imkânsızlık.
İnsanın uçurumlarını, sığlıklarını, iyiliğini, kötülüğünü ve kusurlarını anlama arayışı, en başta kendi varlığımızı anlama ihtiyacından gelir. Varlığı neyden ve nereden okuyabiliyorsak anlam dünyamız da ona göre şekilleniyor şüphesiz. Ruhunuzun, kalbinizin derinliklerinden geldiğini hissettiren, anı genişleten, ayrıntıyı derinleştiren bütün bu hikâyenin, bana özellikle altı çizilmiş gibi gelen bazı yerlerinin ve söylenenler kadar, söylenmemişlerin de bu topraklara, içine doğduğu zamana ve çağına söyledikleri var.
Bütün bu uğultunun içinde cevap verme arzusu göze çarpan bu hikâye, kulaklarımızı sağırlaştıran bu gürültüye mi, yoksa bu sinsi sessizliğe mi cevap?
Geçmiş ve gelecek arasında yırtılan, kayıp anları toplayıp tam da bu kırılma yerlerine hizalamayı arzulayan bir şimdiki zaman. Parçaya bakan, insanın kırılma yerlerine ayna tutan. Romanın en çok bu yönüne takılıp kaldım. Çatlaklar, kırılma yerleri, yaşam izi…
Kudret’in güvercinlerinin pilavın üzerine konulması, platonik imkânsız aşkı, dil-sizlik ve bunun sonucunda topyekûn bir “Kîr”e dönüşmesi. O olamamak hâli… Bedenler, kimlikler, bilinçler arası geçiş. Anlama ihtiyacı… Bedirhan’ın bütün hatıralarının doğduğu şehirle beraber yerle bir edilmesi. Gömülememek, yerleşememek, engellenmek, yasın imkansızlığı. Ötekilik. Adalet arayışı. Ve geride bırakılamayan, tüm zamanlardan dönüp gelerek şimdinin içine yerleşen bir geçmiş.
Tekrarı olmayan bir hayatla karşı karşıyayız. Meselemiz zamanla. Geçmiş durmadan dönüp geliyor bize. Ama aslında eğri büğrü teyellerle dikilmiş, elimizden kayıp gitmiş, daha doğru bir ifadeyle bizden çalınmış, kayıp anlarımız ve bir daha geri alamayacağımız hayatımızdır o. Her birimizin tarihe koyduğu pay yani. Tarih tekrarı olmayandır.
Öyleyse neden kalemimiz hep geçmişin topraklarında gezinir? Edebiyat bizi kendimizi yeniden hatırlamaya götürdüğü için mi? Bizi şaşkına çeviren varlığımızı, onu bir nedene bağlama ihtiyacımızı, varlığı harekete geçiren şüpheyi, hayat içindeki yerimizi, gerçekle çarpışma anlarımızı, bir yanıyla hakikatten kaçarken bir yanıyla da onu arayışımızı; yıkımlarımıza, dağılma anlarımıza, çektiğimiz acılara, büyük ve onarılmaz olandan sonunda bizden geriye ne kaldığına dair sorular sorduğu için mi?
Bu böylece uzar gider. Ama hiçbirimiz geçmişin neden peşimizi bırakmadığını ve aslında neden yazdığımızı tam olarak bilmeyiz. Bizi ele geçiren o büyük huzursuzluk ile anlatmanın imkansızlığı arasında bir gerilim… Ne susmayı ne de anlatabilmeyi bilememek. Dil durmadan elimizde dağılıyor sanki.
Yolu oradan geçen herkes gibi, ben de hapishanede romanlar, öyküler, şiirler yazdım. Fakat hiçbirini yayımlamadım. Sizin yazdıklarınız kadar profesyonel değillerdi. Romantik, çocuksu hatta gülünç diyebileceğim şeylerdi. Hapishaneyle ilgili ise ne içerde ne de sonrasında tek cümle dahi yazamadım. Yine de hapishaneden çıktıktan sonra, uzun yıllar her gece rüyalarımda kendimi tel örgülerin, yüksek duvarların, demir parmaklıkların arasında gördüm. Gündüzleri sisli, buğulu bir gündelikle geçiyordu. Geceleri ise hapishanedeydim. Hapishaneden çıktıktan sonra, bir on yıl kadar da onun hayaletiyle yaşadım. Fakat bu hayalet bir türlü harfe, sözcüğe, cümleye dönüşemedi. Sonunda hesaplaşmamızı belirsiz bir zamana erteleyip birbirimizin sınırlarından çekildik.
Şimdi de geçmişin hayaleti peşimi bırakmıyor. Size bu mektubu yazarken aklım hep geriye sarıyor, bir bakıma geçmişin çatalında asılı kalıyor. Hafızamda buğulu camlar, kamburlaşmış evler, sisli sokaklar, sözcüğü kayıp hakikatler var. Geçmiş yarı görünmez ve kederli. Sizinle aynı toprakta, neredeyse birbirine denk düşen sokaklarda büyüdük. Geçmişin sizdeki fotoğrafları da böyle mi bilmek istiyorum… Kendimi hep, buğulanmış bir camdan dünyayı izlerken buluyorum.
Geçmişin bir sonu, bir bitiş çizgisi yoktur aslında. Gelecek gibi, geçmiş de sonsuzdur. Dağılmış anlar, parçalanmış zamanlar geçmişi sonsuz kez tekrar yaratır. Yazmak, yaşamın anlamını sorgulamak kadar, geçmişe bir biçim kazandırmaya, onu bir sıralama içinde hatırlamaya ve dağılmış parçaları bir araya getirip birleştirmeye de yarıyor galiba. Leylan’ı bir yönüyle de böyle okudum.
İlk romanınızı kutlamak için yazdığım bu mektup, yer yer iç dökmeye dönüştü, affınıza sığınıyorum.
Leylan hayırlı olsun.
Özgürlüğünüze kavuşacağınız günlerin umuduyla, sizi dostlukla selamlıyorum.
(Gazete Duvar 27 Oca 2020)