DİNÇER DEMİRKENT
(Gazete Duvar 22 Ekim Perşembe 2020)
Bazen insanın içinde tuhaf bir mutluluk, coşku oluyor. Dipnot Yayınevi’nin sahibi sevgili komşum Emirali Türkmen, Mehmet Ali Ağaoğulları’nın Fransız Devrimi’nde Siyasal Düşünceler ve Mücadeleler: 1789-1794 kitabının birinci cildinin basıldığını haber verdiğinde, aynı günün akşamında buluştuk ve kitabı elime aldım. Ağaoğulları bizim kuşak Mülkiyeliler için siyasal düşünceler tarihinden kimi ifadelerle anılırdı. Örneğin Levent Köker ile yazdığı kitaplarından birinin adı olan Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı’nın ölümlü tanrı’sı İnek Bayramları’nda ona yakıştırılan adlardan biriydi. Latince ifadelerden hoşlanan bir kuşak Mülkiye öğrencisi omnes potetas a Ağaoğulları yakıştırmasını mutlaka yapmış ya da duymuştur. Bir geleneğin, ekolün nasıl oluşacağını anlamak için, onun asistanların akademik serüvenlerine ve özlük mücadelelerine yaklaşımını deneyimlemek gerek.
Odasında yaptığı doktora dersinde, öğrencilerin sunumlarının arasına her girdiğinde, Fransız Devrimi öncesinin aydınlanmacılarının ya da devrimin önde gelen ajitatörlerinin yazdıklarını ve söylevlerini anlık yaptığı çevirilerle aktaran, imgelemimizde bazen Cordeliers kulübüne bazen konvansiyona dönüşen odanın atmosferini unutan bir öğrenci olduğunu sanmıyorum. O dersin öğrencilerinden biri olarak “Fransız Devrimi’nde Siyasal Düşünceler”in kitap olması gerçekten mutluluk verici olduğu kadar heyecan verici de. Tabii bu heyecan ile kitabın ilk sayfasını çevirdiğinizde başka duygularla buluşuyorsunuz. Çünkü Ağaoğulları’na ilişkin kısa özgeçmiş şu cümle ile bitiyor: “Kendisine yapılması planlanan emeklilik töreni rektör tarafından engellenmiş, tören Fakülte yerine Mülkiyeliler Birliği’nde yapılmıştır.” Şubat 2017’de Mülkiye’deki ihraçların son dalgasının ardından Nisan ayında Mehmet Ali Ağaoğulları emekliliğe ayrılmış ve kendisi için yapılacak tören, Erkan İbiş ve dönemin fakülte idarecileri tarafından engellenmişti. O kadar sembolik ki bu, otoritenin ilkesini ortadan kaldıran, akademik bir kurumdan akademik ilke ve teamülleri kovarak saf bir güç kullanımı ekseninde akademiyi zavallılaştırmayı gözlere sokan daha açık az sembol bulunur. Mülkiye’nin “ölümlü tanrı”sının ardından yıllarca ürettiği, öğrenciler yetiştirdiği fakültede tören yapılmaması; artık her yerde her şeyi yapabilen, hiçbir şeyden sorumlu olmayan bir ilkesizliğin, yapabildiği her şeyi yapmasının bir göstergesiydi. Bu nedenle, Mehmet Ali Hoca’nın kitabını, sadece uzun süren bir çalışmanın ürünü, Fransız Devrimi’ne ilişkin Türkçe literatüre kıymetli bir katkı olarak almadım elime. Edip Cansever’in “Dönüp dönüp arkamıza baktığımız/Bir dünya kalıntısı üstünde/Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de” dizeleri zihnimden ayrılmadı kitabı okuduğum iki gece boyunca.
Fransız Devrimi’nde Siyasal Düşünceler ve Mücadeleler 1789-1794 Özgürlüğün İcadı yeni bir Fransız Devrimi tarihi kitabı değil. Ağaoğulları, hem bir tarihçi olmadığını hem de Fransız Devrimi tarihine ilişkin Türkçeye kazandırılmış yetkin eserler olduğunu vurgulayarak neden bir tarih kitabı yazmadığını açıklıyor. Bunun yerine devrimin ilk beş yılına ilişkin halk egemenliği ve temsil, insan hakları, kadınların devrimde rolü ile temsil ve haklardan dışlanmaları, kölecilik, din ve laiklik, cumhuriyet ve savaş temalarını kronolojik olmayan bir yöntemle sınıf çatışmaları ekseninde inceleniyor. Kitapta doktora dersinde olduğu gibi Fransız devrimcilerinin söylevlerinden, yayımlanan broşürlerden, gazete yazılarından aktarılan uzun alıntılar var. Böylece okur devrimin, devrimcileri nasıl sürüklediğini görüyor; sadece devrimciler tarafından dile getirilen fikirleri değil, bu fikirlerin altındaki felsefi derinliği ve dile getirilişteki güçlü belagati de fark ediyor. Kitabın Ağaoğulları’nın söyleyişiyle hibrid yapısı, bütündeki fotoğrafın çok daha etkileyici bir sunumunu sağlıyor.
Fransız Devrimi’nin önemli temalarında devrimcilerin tartışmalarını, Ağaoğulları’nın siyasal düşünce izleğinde okumak, hâlâ kurumsal ve ideolojik çerçevesinin içinde tartıştığımız büyük devrimin bugüne bıraktığı çelişkileri de anlamak bakımından ayrıca önemli. Örneğin halk egemenliği ve temsile ilişkin tartışmada aktif pasif yurttaş ayrımına karşı çıkan Robespierre’in şu söylediklerini düşünelim: “Birileri yasama organının ya da kamusal kurumların üyeliğine seçilme hakkını tekelinde bulunduruyorsa, başkaları sadece bu kişileri seçme hakkından yararlanıyorsa ve geri kalanlar bu her iki haktan yoksun bırakılmışsa, insanlar hâlâ hukuken eşit midirler? Hayır. Oysa yasalar, insanları üç günlük ücret, on günlük ücret ya da marc d’argent (244,753 gr. ağırlığında gümüşün değeri) değerinde bir vergi ödeyebilmelerini sağlayan zenginlik derecelerine göre aktif ya da pasif, yarı aktif ya da yarı pasif yurttaş kılarak aralarında korkunç ayrımlar yaratmaktadır. Dolayısıyla tüm bu düzenlemeler, özünde toplum karşıtıdır, Anayasa’ya aykırıdır” (s.109-110). Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan aktif/pasif yurttaş ayrımının devrimin ardından belirginleşen kapitalist jeokültürdeki yeri temsil ilişkileri bağlamında günümüz demokrasinin en temel politik sorunlarından biri olarak yüzyılımızı belirlemeye adaydır. Benzer biçimde Olympe de Gouges’un bir grup kadınla birlikte, kadınları siyasal alanın dışına atan erkek devrimcilere karşı 20 Mayıs 1792’de Yasama Meclisi’nde okuduğu kadın hakları bildirisinin sonsözündeki ifadeleri bugüne tercüme etmeye gerek var mı: “…Hakikat meşalesi, bütün budalalık ve zorbalık bulutlarını darmadağın etti. Güçlerini çoğaltan erkek, zincirlerini kırmak için senin güçlerine ihtiyaç duydu. Özgür olunca da eşine karşı haksızlık yaptı. Ey kadınlar! Ne zaman üzerinizdeki körlüğü silkip atacak ve gözlerinizi açacaksınız? Devrim’den elde ettiğiniz avantajlar nelerdir? Daha pervasız aşağılanma, daha aleni bir küçümseme…” (s. 135-136). Haklar bakımından, siyahlara, köleliğe ilişkin tartışmanın burjuva devriminin insan, yurttaş ve haklar bakımından çelişkileri nasıl açıklıkla ortaya koyduğunu gördüğümüz bu ilk ciltte, ilk cumhuriyetçi fikirlerin ne kadar geç ortaya çıktığını ve devrimin fikri sürüklediğini görüyoruz. Savaş ve barış fikri bakımından da benzer bir şeyi söylemek mümkün. Ve elbette komplolar. Kralın kaçışı bağlamında özellikle “halkın dostu” Marat’nın yazılarında okuduğumuz komploların, savunmanın, saldırının ve devrimi korumanın modern kitle ilişkileri bakımından kurucu rolünü de görüyoruz ilk ciltte.
Devrim’in çağımız bakımından kurucu serüveni, devrimci fikirlerin coşkusu ve çelişkisiyle bugüne çok daha geniş bir perspektiften bakabilme gücü sağlıyor. Bu nedenle kitabın hibrid biçiminin başarılı kurgusunu yeniden vurgulamakta sakınca görmüyorum.
Yayına hazırlandığını öğrendiğim ikinci ve üçüncü ciltleri de sabırsızlıkla bekliyorum.