T24 / K24 02 Mart 2022
Önsöz
70’li yılların sonunda bir kadın derneğinin çıkardığı bültenin sorumlu yazı işleri müdürüydüm. Bültendeki yazılarda basın yoluyla komünizm propagandası yaptığım ileri sürülerek 1980 yılı Ocak ayında tutuklandım ve sivil bir cezaevine gönderildim. Sosyalist politika yapan biri olarak bunun bir gün başıma geleceğini biliyordum. Ancak bunu bilmekle yaşamanın aynı şey olmadığını cezaevinin dış kapısından içeriye girdiğimde fark ettim. Bir tutuklu eşliğinde koğuşun yemekhanesine doğru yürürken ellerini nereye koyacağını bilemeyen ergen gibiydim. Yemekhanenin kapısında beni gören genç bir kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Mahkûm geliyoooo, mahkûûm!” Hayatımda hiç psikiyatri kliniği görmemiştim ama nedense bir akıl hastanesinin böyle bir yer olabileceğini ve cezaevine değil akıl hastanesine getirildiğimi düşündüm ilk anda. Cezaevine, sivil bir cezaevine ilk girişimdi.
O günlerde henüz benden başka politik nedenlerle kimse bulunmuyordu koğuşta. “Siyasi tutuklu” yabancı bir kavramdı koğuştaki kadınlar için. Bundan ötürü neden tutuklandığımı soran kadınlara bir türlü anlaşılır bir cevap bulamıyordum. Yazmak ile cezaevi koşutluğunun ikna edici bir cevap olmadığını anlayınca tutuklanma nedenini soran kadınlara “Devlete karşı çıktım da,” dediğimde, köy kökenli genç bir kadın “Haa, candarmaylan nizalaştın he mi?” deyivermişti. O anda devletin nasıl bir makine olduğuna ilişkin yaptığımız tartışmaların bu denli somut olarak özetlenmesinden derinden etkilendiğimi hatırlıyorum.
Kadınların önemli bir bölümü öldürme ve yaralama nedeniyle tutuklu ya da hükümlüydü. Yanı sıra birkaç Roman hırsızlık nedeniyle, birkaç kadın da o zamanlar suç olan zina nedeniyle tutukluydu. Çoğu köy kökenli her yaştan kadın vardı koğuşta. Kimi sakin kimi konuşkan, soran, inceleyen, birbirleriyle en küçük nedenle kavga eden, gülen, ağlayan yirmi-yirmi beş kadın. İlk anda ben onların yabancısıydım, onlar da benim. Yirmi dört saat birlikte yaşanınca bu yabancılık uzun sürmedi elbette. Onlar beni dinlediler, ben onları. Çoğunun psikolojik sorunları vardı ve cezaevinin psikoloğu yoktu.
Bu kadınlar aile ve çevre baskısı, gelenek, erkek egemenliği, yoksulluk, şiddet ve dışlanmışlık gibi nedenlerle, çıkış yollarının tıkanmasından ötürü katil ya da hırsız olmuşlardı. Özellikle “koca katili” kadınlar kocaları tarafından öldürülmemek için öldürmüşlerdi. Hemen hemen hiçbiri okuryazar değildi. Ama aralarında az sayıda da olsa lise ve üniversite mezunu kadınlar da vardı.
1980’li yıllarda askeri cezaevlerinden sonra farklı sivil cezaevlerinde birkaç kez bu öldüren, yaralayan, çalan kadınlarla aynı koğuşlarda yaşadım. Benimkinden farklı olan dünyalarını tanıdım. O dünyalarda, birlikte yaşanmadığında bilinemeyecek ayrıntılar fark ettim. Onların sadece “katil”, “hırsız” vb. olarak tanımlanmalarını, ya da en iyi olasılıkla yok sayılmalarını, görünmez kılınmalarını içime sindiremedim. Onların hikâyeleri de bilinsin istedim.
Burada öyküleri anlatılanlar öldüren, yaralayan, çalan ve o zamanlar ceza kanununda yer alan “zina suçu” işleyen kadınlar. Yoksulluk, gelenek, seçeneksizlik kıskacına sıkışmış ve “elinden kaza çıkan” kadınlar. Toplumda tanınmazlar. Ya da “cani”, “hırsız” “suçlu” gibi sıfatlarla anılırlar. Korkulur onlardan.
Onların da anne, ev emekçisi, işçi, sosyalist, yani insan olduğu ancak onlarla birlikte yaşandığında fark edilir.
İşte burada hikâye edilenler bu kadınlar – “elinden kaza çıkan kadınlar”.
Asiye Müjgan Güvenli