AYHAN YALÇINKAYA
Halil Karaçalı ile birlikte derlediğimiz ve Dipnot Yayınları tarafından yayınlanan kitabımıza[1] karşı, kitabımıza yazılarıyla katkıda bulunan iki yazar, Sayın Demir Küçükaydın ve Sayın Dr. İsmail Beşikçi tarafından iki yazı kaleme alındı. Sayın Küçükaydın’ın hakkını yememek için belirtmeliyim ki Küçükaydın zaten kitapta yer verdiğimiz yazısında yer alan eleştirilerinin kitap tarafından da doğrulandığını belirterek bu eleştirilerine bir kez daha kendi yayın mecrasında yer vermekle yetindi.[2] Sayın Beşikçi ise, yine Sayın Küçükaydın gibi, kitapta yer verdiğimiz kendi yazısını da ekleyerek yeni bir yazı kaleme aldı ve kitabımıza ilişkin eleştirilerini kamuoyunun dikkatine sundu.[3] Her iki eleştiriyi de değerli bulduğumuzu belirtmek isteriz. Zaten, kitabımızın önsözünde Sayın Küçükaydın’ın yazısında yer verdiği eleştirilere karşı bir değerlendirme yapacağımızı vaat etmiştik. Bu yazıda elimden geldiğince her iki yazarımızın eleştirilerini değerlendirmeye çalışacağım. İlk olarak Sayın Hocamız Dr. İsmail Beşikçi’nin değerlendirmesini ele alacağım. Ancak zaman zaman ortaklıkları ölçeğinde iki yazarımızın yazıları arasında kimi gidiş gelişler olabileceğini belirtmek isterim.
1. İSMAİL BEŞİKÇİ YA DA GÖZÜMÜ SENDEN ALAMIYORUM
Sayın Hocamız kitabımıza ilişkin olarak şöyle diyor: “Aleviler ve Sosyalistler kitabında sözü edilen Alevilik, Ali taraftarlığı anlamında bir Aleviliktir. Bu, Şii İslam’a asimile olma sürecinde bir Aleviliktir. Ama esas Alevilik, Rêya Heqîyê olarak adlandırılan Aleviliktir. Bu kitapta bu Aleviliğin adı bile geçmemektedir. Bunun çok önemli bir eksiklik olduğunu vurgulamak gerekir.” Gerçekten de bu bir eksiklik midir? Eğer hazırladığımız kitap, Sayın Beşikçi’nin dediğiyle sınırlı olarak söylüyorum; her ne ise o “Esas Alevilik” ile ilgili olsaydı, kendi iddiaları doğrultusunda, bu bir eksiklik olarak düşünülebilirdi. Ancak bizim derlemesini yaptığımız kitabın böyle bir sorunu olmamıştır. Sayın Beşikçi’ye de, diğer tüm davetli yazarlara yapıldığı gibi, kitabın ve kitaba esas teşkil eden sempozyumun temel “derdi” bütün açıklığıyla ifade edilmiştir. http://kovarabir.com/ismail-besikci-aleviler-ve-sosyalistler-kitabi-uzerine/
Sayın Beşikçi’ye doğrudan tarafımdan 15.09.2019 tarihinde yazılan iletide bu açıklıkla vurgulanmıştır. Buna göre: “Geçtiğimiz günlerde İzmir'de Aleviler ve Sosyalistler/Sosyalistler ve Aleviler üzerine bir toplantı yaptık. Sonra da bu toplantıya katılan kimi akademisyenler ve sunum yapan kimi isimler üzerinden bu temayla bir kitap derlemesinin yararlı olacağını düşündük. Ancak kitabı katılımcılarla sınırlamamaya ve toplantıda olmasalar bile, bu mesele üzerine düşünen kimi isimlerden de yazı almanın da zenginleştirici ve çok önemli olduğuna karar verdik. Bu bağlamda, sizden de bir yazı talep etmenin olmazsa olmazımız olduğunu belirtmeliyim. Değerli Hocam, bu tema etrafında yani geçmişten günümüze Alevilerle sosyalistlerin ya da tersinden, sosyalistlerle Alevilerin ilişkileri üzerine, bir yazıyla (hacmi ve bağlamsal içeriği tümüyle size bağlı olarak) kitabımıza katkıda bulunmanızı diliyoruz. Acaba bu dileğimizi nasıl karşılarsınız?” Görüldüğü gibi, kitap çalışmasının neye yönelik, ne odaklı olduğuna ilişkin kafa karıştırıcı hiçbir şey yoktur. Sorunumuz temelde “Alevilik nedir? Alevi kime denir? Aleviliğin mahiyeti-tarihi” gibi sorular ya da konular olmadığı ölçüde de sempozyumun ve kitabın hazırlık çalışmalarında bununla ilgili düşünce üreten herkese yer verilme gereği duyulmamıştır. Kaldı ki sınırlı bir çalışmada bir alanda yazılan tüm düşüncelerin derlenmesinin mümkün olmadığı açıktır. Bir kitabı derleyenler kendi kabulleri ölçeğinde kimi isimlere yer verirler ya da yer vermezler. Eğer kendi “dertleri” doğrultusunda kimi vazgeçilmez isimler varsa ve bunlar davet edilmemişse bu bir eksiklik sayılabilir. Örneğin herhangi bir etnik vurgudan azade olarak, sosyalist hareketin içinden Alevilere ya da tersine, Aleviler içinden sosyalistlere yönelik düşünce geliştiren ve vazgeçilmez olarak kabul edilen bir isim varsa ve bunlar kitapta yer almıyorsa bu eksikliktir. Kaldı ki sempozyumu düzenlerken özellikle bu alanda çalışan akademisyenler davet edilmiş ve kitapta da onların yazılarına yer verilmiştir. Bu bakımdan örneğin sempozyuma çağrılan Alevi örgütlerinin ya da kimi siyasal parti temsilcilerinin sunumlarına bu kitapta yer verilmemiştir. Dolayısıyla bizzat Sayın Beşikçi’nin vurgusundan anlaşıldığı kadarıyla belirli ve esas olarak bizim derdimizle hemdert olmayan kimi yazarlar yani “Rêya Heqîyê denildiği zaman, Munzur Çem, Erdoğan Yalgın, Ahmet Önal, Dursun Ali Küçük, Selahattin Ali Arik gibi araştırmacı yazarlar ve bu yazarların yazıları, kitapları akla gelmektedir. Aleviler ve Sosyalistler kitabında bu yazarlar yer almamaktadır.”
Derleyici olarak biz, derleyeceğimiz kitabın ana omurgasını gayet açık seçik ifade etmişken, sanki bunun yanında, önünde, ardında, altında, üstünde başka bir derdimiz varmış da, buna karşın belirli ideolojik reflekslerimizle (örneğin milliyetçiliğimiz, Kemalizmimizle, vs.) bazı yazarları dışarıda bırakmışız gibi bir sonuç doğurma ihtimali olan bir saptama yapmanın anlamı nedir? Kaldı ki Sayın Beşikçi’nin bu eleştiri yazısına eklediği ve kitabımızda da yer verilen yazısından da anlaşılacağı gibi, bizzat Sayın Beşikçi’nin yazısı esasen kitabımızın temel sorunuyla ilişkisiz bir yazıdır. Ancak buna karşın, yukarıdaki iletimizde de görüleceği gibi, kapsam ve sınırlılık konusunda yazarlarımızı serbest bıraktığımız için, Sayın Beşikçi’nin yazısına da hiçbir biçimde müdahale edilmemiş ve bize neyi sunduysa, onun yayınlanması yoluna gidilmiştir. Yani Sayın Hocamızın bizim tartışmaya çalıştığımız hususu gündelik bir tabirle “lüks gördüğü” ve esasa ilişkin bir müdahalede bulunmayı seçtiği varsayılmış ve yazısı yayınlanmıştır. Tahmin ve takdir edileceği gibi, yazarın kendince esaslı bir eksiklikle malül olduğunu kabul ettiği bir çalışmaya katkı vermeyi istemesi ya da istememesi kendi tasarrufundadır. Ancak mademki Sayın Beşikçi, tercihini katkıda bulunmak yönünde yapmasına karşın, bu eleştirel müdahaleyi eklemek zorunda hissetmiştir, o halde sormak zorundayım: Aleviliğin esasına ya da “Esas Aleviliğe” ilişkin yapılan bu güçlü vurgu, Aleviler ve sosyalistlerin ya da tersinden sosyalistler ile Alevilerin ilişkisini anlamak bakımından niçin “esasidir?” Bunun, yani Aleviliğin mahiyetinin öncelikle ele alınması ve Alevilerin daha baştan adı konulan şeye Rêya Hêqîyê’ye intisabının önemsenmesi, Alevilerin sosyalist hareket içindeki varlıklarından hareketle, bu yoğunluğun intisap ettikleri şeyden kaynaklandığı, örneğin radikalliklerinin ya da devrimciliklerinin tam da Rêya Hêqîyê’ye mensup olmalarından kaynaklandığı mı iddia edilecektir? Yani eğer Aleviler, her ne kadar kendilerini “asimilasyon içinde Müslüman saysalar da” Rêya Hêqîyê mensubu oldukları için mi sosyalist harekete kan ve can taşımışlardır? Eğer böyle olmasaydı, Alevilerin sosyalist hareket içindeki yoğun varlığından söz etme imkanımız kalmayacak mıydı? Sayın Hocamız, eğer yayınlanan yazısını bu doğrultuda kaleme almış olsaydı, bizler de bu yanıtlardan kuşkusuz yararlanır ve varsa itirazlarımızı dile getirirdik; ancak ne yazık ki buna ilişkin elimizde hiçbir değinisi bulunmamaktadır. O halde bu “esasi” müdahalenin “esbab-ı mucibesi” nedir? Kendilerini sözüm ona Müslüman sanan Alevilere aslında Rêya Hêqîyê olduklarını bir kez daha anımsatmak ya da gözlerine sokmak yerine?
Gerek ilk yazısından gerekse eleştiri yazısından anlaşıldığı kadarıyla Sayın Hocamız, bizim yaptığımız gibi, Alevilerle Sosyalistlerin tartışma gündemine alınmasından çok ya da tartışma gündemine alınabilmesi için, öncelikle Aleviliğin mahiyetinin tartışılması gerektiği kanısındadır ve bunun yolunun da acil olarak Rêya Hêqîyê adını verdiği şeyin öncelikle Alevi topluluklar tarafından kabul edilmesi ve İslam ya da Müslümanlık dediği şeyle tüm bağların koparılıp atılmasından geçtiğini savunmaktadır. Bunun en sade açıklaması, kitabımızdan hareketle, verdiği iki örnektir: “Kitapta Ali Duran Topuz’un bir yazısı var. Yazı Gêrmiya Îmaman ve Ramazan Davulu başlığını taşıyor. (s. 152-160) Bu Rêya Hêqîyê’nin İstanbul’da nasıl yaşandığı ile ilgili bir görüntüdür. Alevi ailenin hazırladığı ve Müslüman komşularına da ikram ettiği aşure bu Müslüman komşular tarafından pencereden dökülüyor. Alevi ailenin hazırladığı aşurenin pencereden dökülmesinin sokaktaki herkes tarafından, bütün aileler tarafından görülmesine de özen gösteriliyor. (s.155-156) Şüphesiz, Rêya Hêqîyê’nin İslamla, Şii İslamla, İmamlarla vs. bir ilişkisi yoktur. Bugün, Şii İslam yani Oniki İmamcı bir ailenin hazırladığı yemeğe karşı, herhangi bir Müslümanın, bu şekilde bir tepki vermesi mümkün değildir.” Bu örnek gerçekten de Alevilerin Rêya Hêqîyê’ye mensup olduğunu, hadi kanıtlayan demeyelim de, işaret eden bir örnek midir? Bir topluluğun, bırakın kendi dininden olmayan, dahası ve en önemlisi “din sahibi olmayan” bir topluluk olarak gördüğü bir başka topluluğa ait saydığı bir unsuru, bir paylaşımı, sembolik hareket ve jestlerle reddetmesi, ikramı reddedilenin (ikram sözü elbette burada yanlıştır; çünkü yapılan aşurenin konu komşuya dağıtılması Alevi topluluklar için bir ikram değil; bir sorumluluk, zorunluluk, borç ilişkisini ifade ettiği gibi, hizmettir) kendiliğinden ve otomatik olarak, “bizim” ona giydirdiğimiz giysiyle giyinmesi gerektiğini ya da ille de o boyayla boyanması zorunluluğunu getirir mi? Yani, hakim çoğunluk olarak Sünnilerin bir Alevi ailenin aşuresini göstere göstere pencereden dökmesi, öncelikle aşuresi dökülenin vasfına mı işaret eder, yoksa aşureyi dökenin vasfına mı? Dahası, buradan, yalnızca bu örnekle hareketle Sünni çoğunluğun bu cüreti göstermesinden hareketle, aşure ya da hizmet sahibinin dinine ilişkin ya da Sünni çoğunluğun onları nasıl kurduğuna ilişkin tanımlayıcı bir sonuç çıkarmak ne kadar mümkündür? Örneğin, komşuları tarafından ateistliği ve politik olarak anarşistliğiyle bilinen birisi, kendince kültürel bir duyarlılıkla aşure yapıp dağıtsa ve Sünni komşuları o aşureyi de göstere göstere pencereden dökse, o ateist-anarşistin de Rêya Hêqîyê’ye mensup olduğunu mu iddia edeceğiz? Bu ne kadar yerindeyse, ilki de o kadar yerindedir ve bunun sol jargon içinde de pek yaygınca kullanılan bir ifadesi de yok değildir: “Elinizde yalnızca çekiç varsa, elbette her şeyi çivi olarak görürsünüz.” Bu nedenle de örneğin aşure yapıp dağıtan bir Sünniyi de Rêya Hêqîyê’ye dahil etmek zorunda kalabilirsiniz!
Sayın Beşikçi’nin ikinci olarak verdiği örnek ise bana ait olan yazı. Şöyle diyor Hocamız: “Bu arada şunu da belirtmek gerekir kanısındayım. Ayhan Yalçınkaya hocanın, uzun uzun anlatmaya çalıştığı ‘Rıza Şehri’, tasarımı, Zerdüşt, Mani Mazdek-Hurremi, Karmati düşünce ve eylemleri etkisiyle üretilmiş bir tasarımdır, kanısındayım. (s.223-272) Kanımca Buyruk da Zerdüşt, Mani Mazdek-Hurremi, Karmati düşünce ve eylemlerden etkilenmiştir.” Böylece Sayın Beşikçi, beni vesile kılarak hem Rıza Şehri’ni, hem de Buyruk’u Alevilik dışı ve esasen Rêya Hêqîyê’nin taşlarını döşediği kabul edilebilecek olan referanslara bağlamaktadır ama ne yazık ki bu girişim ne yerindedir, ne de uygun. Çünkü (bu meselin ütopyacı bağlamı bir yana) kitapta ilgili yazıma bakıldığında, özellikle yazının birinci bölümünde Rıza Şehri meselinin Buyruk’taki varlığını zan altında bırakmaya ve bunun aslında, bırakalım Karmetileri, Hurremileri, son derece “modern” bir fiksiyon olduğunu söylemeye çalışıyorum; modern Aleviliğin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmuş bir fiksiyon. Yani, kestirmeden, ben ilgili yazıda Rıza Şehri meselinin varlığına itiraz ederken, sanki varlığını kabul ediyormuşum gibi yapıp, kök kaynağın yanlış olduğunu ileri sürmenin anlamı nedir? Buradan şu sonucu mu çıkarmalıyım: Sayın Beşikçi, Buyruk’ta Rıza Şehri’nin olduğunu kabul etmekte ama Buyruk İslam dışı kaynaklara bağlı olduğuna göre, gerek Buyruk’un gerekse Rıza Şehri’nin kökünün yanlış yerde arandığını mı iddia etmektedir? Kaldı ki ben Rıza Şehri’nin Buyruk’taki varlığını kabul eden bir yazı kaleme almış olsaydım bile, bu mesel ile İslam dışı kaynaklar arasında doğrudan ve zorunlu bir bağı işaret etmemiz, fazlasıyla indirgemeci olmaz mıydı; tıpkı ilk örnekte olduğu gibi?[4]
Peki, bu iki örneği de benzer biçimde indirgemecilikle malül kılan “esas” sebep nedir diye sorduğumuzda, Rêya Hêqîyê tartışmasına hiç girmeksizin, iki temel nedeni işaret edebiliriz. Sayın Beşikçi’nin her iki yazısına da damgasını vuran şey ilk elde özcülük, ikinci elde ise dini kavrayış biçiminin ağır problemli oluşudur ki aslında bunlar aynı madalyonun iki yüzünden ibarettir. Sayın Beşikçi, sürekli olarak, kendi ifadesiyle bir tür “esas Alevilik” arayışı içindedir ki bu bariz bir biçimde özcü bir yaklaşımdır. Esas Alevilik ya da Esas Müslümanlık, Esas Sünnilik, Esas Hıristiyanlık, Esas Katoliklik, Esas Yahudilik, Esas Ferisilik diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Ne ölçüde söz edebiliriz ki söz edebilsek bile, bunun varlık koşulu altında, böylesi bir söz ediş bizi ilgili olguyu anlamaya, çevrelemeye, o olguyla temasa gelmeye çalışan biri haline mi, yoksa o olgunun bir parçası haline mi getirir? Elbette her din (Sayın Beşikçi inanç terimini de seferber etse de ben bunu tercih etmeyeceğim) onun mensuplarınca “esas”tır ve kendilerinden gayrı olan en hafif tabirle “esastan sapmadır.” Hal böyle oldu mu, Sayın Beşikçi’nin portresi Aleviliği anlamaya çalışan bir portre olmaktan çıkar, bir dindarın portresine dönüşür. Devamla, her din aslında hakim bir başka dinin ya sapkınlığı ya da onun hakimiyeti altında, ona asi olarak belirir. Gökten zembille inmediği gibi, “boşlukta kurulmuş bir saray” da değildir. Onun esasen sapkın ya da esasen asi olduğu anlamına gelmez. Bunun nedeni ilgili dinlerin tarihsel, sosyo-politik ve kültürel koşulları ve bu koşullar bağlamında işleyen temel dinamiktir. Bu her din için böyledir. Boş verelim Aleviliğin ne olup olmadığını, aynı düz mantıkla mesela Sünni Müslümanlık formlarına eğilelim: Esası nedir, cüzü nedir sahi? Müslümanlıkta namaz zorunlu değildir ya da namaz diye bir form yoktur diyen biri Sünni Müslüman olamaz mı? Bu dinin temel vahy kitabı, vahy olmaktan çıkarılmış, Emevi uydurmalarıyla doldurulmuştur diyen biri Sünni sayılmayacak mı bu durumda? İslam dininin peygamberinin Müslümanlığı ile Halife Ömer ile Halife Osman’ın, Muaviye’nin Müslümanlığını, hadi Yezit’ten geçtim, yan yana koyduğumuzda, hangisi esastır, hangisi değil? Demem o ki meseleye “esas arayışının” gözlükleriyle bakarsak, kaçınılmaz olarak bir dini ancak kendimizin belirlediği (ki aslında çoğunlukla çoğunluk hakimiyetince belirlenen ölçütlerdir bunlar) ölçütler üzerinden dondurmaya, tarihten kaçırmaya, budamaya başlarız. Böylesi bir budama ise ilgili olgunun bir prokrustes yatağına yatırılması anlamına gelir ki dert, olguyu anlamak değil, olguyu kabul ettiğimiz norma uydurmaktır! Bu yaklaşımın politik karşılığı en açık biçimde AKP’nin Alevi politikalarında görülmektedir. Alevilerin belirli değerler, anlamlar atfettiği unsurları onların elinden alıp tanımlama gayretleriyle arındırma ve kendi Sünni normuna uydurma girişimleri bunun en önemli örneğidir. Bu durumda AKP’nin Alevilere biçtiği don ya da boya ile Sayın Beşikçi’nin biçtiği don ve boyanın renk farkı bile yoktur; yalnızca terzi farkından söz edebiliriz ki burada da terziler arasında bir iktidar mücadelesinin olduğu açıktır. Yani iki terzi Aleviye giydirilecek don biçme peşindedir; hepsi bu. Donu giymek zorunda bırakılacak olan Alevi olduktan gayrı, terzilerin mücadelesi Alevi için ne anlam ifade eder peki? Neden yukarıda renk farkı bile yoktur diyorum? Çok basit: çünkü Beşikçi de, AKP de Alevileri, toplulukların kendilerine rağmen, İslam dışına, Müslümanlık dışına atmaya çalışıyor. AKP bunu kendi tekeline aldığı Sünnilik üzerinden ve Sünnilik adına yaparken, Sayın Beşikçi ne üzerinden ve ne adına yapmaktadır? Bunun yanıtını vermeyi gerekli görmüyorum; ama her ikisinin elinde de çekiç bulunmaktadır ve Alevilere düşen şey çivi olmaktır! Bu nedenle, örneğin Sayın Beşikçi bir tür saflaştırma çağrısı yapıyor: Alevilerin aslına rücu ederek İslam’la, Müslümanlıkla bağlarını kesmeleri yönünde bir çağrı. Bu pratik olarak şu anlama geliyor: Hemen tüm Alevi literatürünün, en geniş anlamıyla, çöpe atılması; hemen tüm Alevi erkanlarının çöpe atılması; hemen tüm Alevi sembollerinin çöpe atılması. Peki geride ne kalacak ki biz ona Rêya Hêqîyê diyeceğiz? Sorun ne dediğimizde değil; dileyen dilediğini desin de onu özgün ve diğerlerinden farklı kılacak olan şey nedir; tüm bunlar atıldıktan gayrı? Bir tür doğa dininin unsurları mı? Ama bu unsurlar da (Sayın Beşikçi Rêya Hêqîyê’yi 4000 yıl öncesine tarihliyor; ben el artırıyorum) en az neolitikten beri bilinmektedir! Neolitik öncesine gitmiyorum ki Erdoğan Çınar gibi bir düzeysizlikle Sayın Beşikçi’yi aynı düzlemde buluşturma gafletine düşmeyelim; en azından yöntemsel olarak; içerik bir yana.) Bunun pratik anlamı bir yana, ya politik anlamı nedir? Alevilere yönelik bir saflaştırma çağrısının Aleviliği kendi ihtiyacına göre “Türk Müslümanlığı” ya da “yok olup gidecek olan bir batıl inançlar demeti”, “okur-yazar olmayan köylünün İslamik unsurlarla karıştırıp İslam sandığı şey” kabul ettiği Kemalist refleksin saflaştırma çağrısından farkı nedir? Aynı şekilde, bin yıl sonra, nihayet bir dine bile layık görmedikleri, herhangi bir dine mensup olmaları için kırk gün kırk kere yunup arınmaları beklenen Alevileri lütfen İslam’a dahil eden Sünni Diyanet’in ve onun sahibinin sesinden Alevilere doğru yönelen saflaştırma çağrısından, farkı nedir; politik olarak? Hiçbir farkı yoktur.
Bu farksızlığı yaratan şey Sayın Beşikçi’nin dine bakışıyla, DİB’in ya da AKP’nin ya da herhangi bir dindarın bakışıyla aynı olmasıdır. Sayın Beşikçi, bir dini, bir dindarın gözüyle sınırlı olarak ve onun atfettikleriyle sınırlı olarak kavramaktadır. Oysa din, dindarın kavradığının ve sınırlarının ötesindedir. Bir dindar için din “doğru yola” aidiyeti işaretleyebilir ve kuşku yok, bu “doğru yol” tarihsel koşullar içinde caridir. O yüzden dinin değişmediğini söylemek, yani bir özü olduğunu söylemek, eğer saflık değilse, en azından dindarlıktır. Beşikçi Hocamız ne yazık ki örneğin bir Sünni Müslüman’ın hem Sünni hem devrimci olabileceğini asla tahayyül edememektedir, çünkü Sünni dogmanın esası, Sünniliğin buyruğunca, biat-itaat ilişkisidir diyelim. Ama öyle midir? Yoksa bunu Sünni dogma kılan şey, Sünniliğin cari koşullar, iktidar ilişkileri içinde deneyimlenme biçimi midir? Eğer tarihsel olduğunu söylemeye bile gerek duymamamız gereken deneyimlenme biçimlerini göz ardı edersek, din daima bir dogmalar bütünlüğü olarak algılanır. Oysa bu, dini kavramak için yetersizdir: Din, aynı zamanda, en azından bir pratikler bütünüdür; yani ne bir ortodoksi ne bir heterodoksidir; aynı zamanda bir ortopraksis ve heteropraksis bütünlüğüdür! Sayın Beşikçi bunu göz ardı ederek örneğin İslam ve Müslümanlığı, en basitinden bir toplumsal olgu bütünlüğü olarak almak yerine, bir dogma bütünlüğü olarak kabul etmektedir ki böyle kabul edildiğinde ve bu bütünlük tarihten kaçırıldığında, elbette kaçınılmaz olarak Alevilik Müslümanlığın ve Sünniliğin dışına düşecektir. Basit: Sayın Beşikçi’nin mantığına göre çünkü İslam ya da Müslümanlık Sünni dogma ve en fazlasından bu dogmanın koşulladığı normlarla ve ideallerle sınırlıdır! Bu da doğrudan bir dindarın bakışıdır ki Türkiye ölçeğinde bu bakışın sırtını hukuksal, siyasal olarak örgütlenmiş bir şebekeye dayamış, apaçık Sünni olduğunu not etmeye bile gerek kalmaz artık.
Sayın Beşikçi’nin gerek Aleviliğe ve gerekse dine bakışı esaslı bir biçimde kusurlu olduğundan, kitapta da yer verdiğimiz, eleştiri yazısına da eklemiş olduğu yazısındaki argümanları tartışmaya açma, yani özel olarak bir Rêya Hêqîyê tartışması yürütmeyi, en azından bu karşı yazının maksadı ve sınırları içinde uygun bulmuyorum. Ancak çok önceden farklı biçimlerde zaten yazılı olarak ifade etmiş olduğum bir görüşü yinelemekle yetineyim, bir soruyla: Eğer Aleviliği bir tür Asimilasyonist İslam’ın ya da Müslümanlığın ürünü gibi görüyorsanız, Rêya Hêqîyê’nin özgünlüğüne dair kurulabilecek tek bir cümle var mıdır; bundan gayrı ki verdiğiniz adlandırma dahil! Yine, adlandırma dahil, bu “keşfedilmiş” “yeni” dinin karşılık geldiği temel ihtiyaç nedir? Yanıt verdiği temel ihtiyaçlar nelerdir? Bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Bilemeyeceğiz de. Çünkü “din bir dogmalar yığını.” Buradan doğru bakınca elbette Sayın Hocamız haklıdır; yazısında söylediği gibi: “Resmi ideolojinin, Alevileri Müslümanlığa asimile etmek gibi bir amacı var. Kürdleri Türklüğe asimile etmek, Alevileri Müslümanlığa asimile etmek resmi ideolojinin çok önemli iki çabasıdır. Burada Aleviler’den kasıt elbette, Rêya Heqîyê inancında olanlardır.” Kimdir “inancın” mensupları, eğer Aleviler değilse, bilmiyorum ama her “keşfedilen din” elbette kendine yeni müminleri de keşfeder. Ancak Sayın Hocamız, kanımca yine yanılıyor ya da cümleyi eksik bırakıyor diyeyim: Resmi ideoloji ne Alevileri, (ben tam halini söyleyeyim) Sünni Müslümanlığa, ne de Kürdleri Türklüğe asimile etmek istiyor. Kaldı ki zaten eğer resmi ideoloji Hocamızın dediği gibi “Resmi ideoloji herhangi bir ideoloji değildir. devletin, idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Resmi ideolojiyi benimsemediğiniz zaman, eleştirdiğiniz zaman, idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşabilirsiniz.” Eğer durum buysa, söz konusu olan asimilasyon değil, apaçık zorla kültürlemedir! Ama bunu geçtik; eksiklik şurada değil mi? Sayın Beşikçi’nin tabiriyle resmi ideoloji buysa, kendini her daim yekpare bir bütünlük olarak sunabilmek için, her zaman gerek içeride, gerek dışarıda sınırlara ihtiyacı vardır ki kendini bir özgünlük, üstünlükle donanmış bir özgünlük olarak sunabilsin. Ne özgünlükten, ne üstünlükten vazgeçebilir. Bu da bizi hem Alevilerin, hem Kürtlerin her zaman birinin Müslümanlığın, ötekinin Türklüğün derkenarında tutulacağı sonucuna götürür; yani resmi ideolojinin daima Müslüman olmayan bir Aleviye, Türk olmayan bir Kürde ihtiyaç duyduğudur ki bu haliyle de Aleviyi sürekli olarak Müslümanlığın dışına çıkma gayretleri bambaşka bir anlam kazanabilir. Yani kaçındığımız resmi ideolojinin en azından bizim içimizde yuvalandığını işaret edebilir. Bununla yetineyim ve Sayın Beşikçi’nin yazısındaki olgusal yanlışlara işaret etmeyeyim. Ama şundan kaçınamayacağım: Sayın Beşikçi Kaygusuz Abdal’ın bir deyişini alıntılıyor. “Burada Kaygusuz Abdal’ın iki şiirine değinmek gereği vardır. (Kaygusuz Abdal, 14. yüzyılın ikinci yarısı- 15. yüzyılın ilk yarısı) Kıldan Köprü yaratmışsın/Varsın kullar geçsin diye/ Hele biz şöyle duralım/ Yiğit isen geç a Tanrı”. (Kesmeler tarafımdan eklenmiştir.) Gerisini hemen herkes bilir. Sayın Beşikçi’nin bu dizelerden çıkardığı sonuç şudur: “Görüldüğü gibi burada, çok güçlü bir Tanrı eleştirisi vardır. Bu tür eleştirileri ancak, Rêya Heqîyê inancında olanlar yapabilir. Gerek Sünni gerek Şii İslam mensubu olanların bu tür eleştiriler yapmaları olası değildir.” Bu durumda örneğin Neyzen Tevfik de Rêya Heqîyê oluverdi ama geçelim. Hocamızın söylediğinde açık bir doğru var: Kesinlikle doğru, çünkü ne Sünni, ne Şii ortodoksi bu tür deyişler üretemez ama buradan Rêya Heqîyê konağına varmadan önce, Alevilerin ne Sünni ne de Şii ortodoksiye mensup olmadığını bir hatırlasak nasıl olur acaba? Alevi toplulukları kendilerine rağmen Sünnilerin anladığı haliyle veri saydığınız Müslümanlık dışına atmadan evvel, bir de Şiilerin anladığı Müslümanlıkla yaftalamaktan vazgeçseniz? Ama Sayın Beşikçi bundan vazgeçemiyor, çünkü ona göre, bu iki ortodoksinin Müslümanlığı dışında Müslümanlık olanaksızdır. İlgili yazısında, Sayın Beşikçi Faik Bulut’la yürütmeye çalıştığı tartışmada da bunu dinlerin tarihleriyle temellendirmeye çalışıyor; böylece ilgili doğum tarihlerinin bir saflığın, bir özün doğuşu olduğuna kanıt getirmeye uğraşıyor. Oysa onun tarihsel kökenler ya da özler arayışı mantığıyla tarih içinde ilerlersek geride ne İslam, ne Yahudilik, ne de Rêya Heqîyê kalır! Kendi yaklaşımınız ve mantığınız gereği hiç kimseye ne Müslüman, ne de Rêya Heqîyê diyebilirsiniz! Oysa Sayın Beşikçi’ye göre “Son yıllarda, ‘Alevilik’ ile ilgili çalışmalar artmaktadır. Bu çerçevede öze dönüş de başlamış, Rêya Heqîyê gündeme gelmiştir”, madem öyle, eninde sonunda karşınıza şu soru çıkacaktır: Tarihin saçlarını madem geriye doğru tarıyoruz ki bir öz bulalım, bu öz neden Rêya Heqîyê’de cisimleşsin ki, bunun özel bir nedeni mi var, tarihi neden daha geriye, 4000 yıl öncesinin öncesine doğru taramaya devam etmiyoruz da tam burada duruyoruz? Bunu koşullayan nedir; eğer sizin sosyo-politik ihtiyaçlarınız değilse? Tıpkı sizin de söylediğiniz gibi, devletin nasıl bazı şeylere ihtiyacı varsa: “Devlet, bugün, Alevi olarak dile getirilen Rêya Heqîyê inancındaki insanları, aileleri Sünni İslam’a asimile etmek için çok çaba sarfetti. Gelinen aşmada Şİİ İslam’a asimile yaşandığını söylemek mümkündür.” Bu nasıl oluyor, bilemedim doğrusu: Devlet, koskoca aygıt Sünni İslam’a asimile etmek isterken Şii İslam’a asimile yaşanıyor? Devamla: “Örneğin, bugün, Dersim’de, Rêya Heqîyê doğa dini inancı da yaşamaktadır. Oniki İmamcılık da yaşamaktadır. Dağlara, sulara, ağaçlara, hayvanlara vs. saygı doğa dini inançlarıyla ilgilidir. Dağlardaki, suların başındaki ziyaretlerde, kutsal bir kişini ikamet ettiğine inanılır. Hz. Ali’ye bağlılık, Zülfikar’a bağlılık, ‘Musa Kazım’dan geliyoruz’, ‘Kökümüz İmam Ali Rıza’ya dayanmaktadır’ gibi sözler de Şii İslam’ı görünür kılmaktadır.” Acaba tüm bu unsurları Şii İslam’a havale edip Şii Müslümanlığı zenginleştirmekten (üstelik Şiilik bunların çoğunu tıpkı Sünnilik gibi batıl inanç olarak damgalarken) vazgeçmeye ne dersiniz? Ancak son olarak Sayın Beşikçi, ne yazık ki kendi yaklaşımını ve yöntemini sorgulamak yerine, önere önere bizi devleti ciddiye almaya, ona hak vermeye çağırmaktadır: “Devlet, bu kişilere, ailelere şunu da söylemektedir. ‘Hz. Ali Camiye giderdi, namaz kılardı. Siz neden camiye gitmiyorsunuz, namaz kılmıyorsunuz? Camiye gidin, namaz kılın…’ Devletin bu anlayışı ve teklifi yok sayılamaz. Bu bakımdan Rêya Heqîyê inancında olanların, Hz. Ali ile, Hz. Hüseyinle, İmamlarla ilişkilerini gözden geçirmeleri gerekir.” Haklısınız, Sayın Beşikçi: Çünkü siz de tıpkı devlet gibi Hz. Ali’nin camiye gitmesini Müslümanlığının biricik Sünni-Şii ölçüsü olarak kabul ediyor ve aynı ölçüyle devlete hak vererek Alevileri bir tercih yapmaya çağırıyorsunuz; Alevilerin ya da sizin deyiminizle Rêya Heqîyê mensuplarının Ali’sine, sembollerine, ritüellerine bakmak, yani topluluğu kendi içinde kavramak yerine, devletin Hz. Ali’sinden, devletin Alevilerinden gözünüzü alamıyorsunuz!
DEVAM EDECEK
[1] Ayhan Yalçınkaya-Halil Karaçalı (Der.), Aleviler ve Sosyalistler, Sosyalistler ve Aleviler, Bir Karşılaşmanın Kenar Notları, Dipnot Yayınları, Ankara, 2020, 377 s.
[2] Bkz. https://demirden-kapilar.blogspot.com/2020/12/aleviler-ve-sosyalistler-uzerine-aykr.html#more, 09.02.2020.(Erişim Tarihi).
[3] Bkz.http://kovarabir.com/İsmail-besikci-aleviler-ve-sosyalistler-kitabi-uzerine, 09.02.2020. (Erişim tarihi).
[4] Buyruk’la ilgili olarak her ne kadar ideo-politik derdinin ve tarihe bakışının epeyce sorunlu olduğunu düşünsem de, ayrıntılı bir çalışma için, bkz. Rıza Yıldırım, Menakıb-ı Evliya (Buyruk), Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul, 2020.