Soner Sert
HDP’nin eski Grup Başkan Vekili ve eski Diyarbakır milletvekili İdris Baluken 21 Şubat 2017 tarihinden beri tutuklu. 24 Haziran genel seçimleri öncesi davası, telaşlı bir şekilde karara bağlanan ve 9 yıl 2 ay cezaya çarptırılan Baluken, geçen sene bu zamanlar ilk romanı Üç Kırık Dalı yayımladı. “İçeride” üretimine devam eden ve Dipnot Yayınları tarafından ikinci romanı Oko’yu yayımlayan Baluken’le avukatları aracığıyla bir röportaj yaptık. Yeni romanının içeriğini, biçimdeki değişikliği ve edebiyat üzerine düşüncelerini konuştuk.
İlk kitabınız Üç Kırık Dal’a nazaran yeni kitabınız “Oko”da sözünüzü, okurda bir duygu yaratmasını düşündüğünüz kurgusal eylemleri, başka bir gerçeklik üzerinden, dolaylı bir şekilde anlatıyorsunuz. Siyasetin düz ve direkt oluşundan uzaklaşıp, edebiyatın biçimsel denemeleri üzerine kafa yormanızın ve yaşamı, köpeklerin bakış açısından anlatmanızın sebebi nedir?
Gerek siyaset gerekse de sanat, yaşamı anlamlandırma ve ona dair değer yaratmanın en etkin olanaklarını içerir. İkisinde de yaşama müdahil olma isteği üst seviyededir. Bu müdahale eşitsizliği, düzensizliği, çarpıklığı teşhir etme ve onu olumluya doğru evriltmeyi amaçlar.
Her iki alanı, aynı ruhun taşındığı farklı bedenler olarak tanımlamak kanımca yanlış olmaz. Bu iki bedenin yapısal ve nitelik farkları amaca ulaşma hususunda farklı yöntem ve zenginlikleri sunar. Bu yöntemlerin etkinliğini belirleyen dinamiği ise siyaset için eylemin gücü, sanat için ise yaratıcı güç olarak tanımlamak mümkündür. Eylem koşullarının kısıtlı olduğu zamanların tümünde, yaratıcı güç bu kısıtlılığı aşmak için çabalar.
İnsanlık tarihinin en buhranlı döneminde dahi sanatın yaratıcı hüneri umudu diri tutmuş, süreç içerisinde eyleme geçen siyaset ise bu umudu gerçeğe dönüştürmüştür. İnsanlığın genel kazanımları bu etkileşim sayesinde ete kemiğe bürünmüştür, diyebiliriz. “Oko”nun yaratım sürecini de bu çerçevede özetleyebilirim. Hayırsız Ada katliamından bahsederken iyilik ile kötülüğün çarpışmasını gözler önüne sermek, bütün canlıların yaşam hakkına dikkat çekerken insanlığın kendisi ile yüzleşmesini önermek ve özgürlük ile tutsaklık diyalektiğine ilgi çeken bir kurgu üzerinden incelemek ancak edebiyatın ya da sanatın sunduğu yöntemler sayesinde olabilirdi. Bulunduğum koşullarda bu imkân benim açımdan oldukça kıymetliydi.
‘HİÇBİR GÜÇ FARKLI BAKIŞ AÇILARI OLAN KİTLELERE SANAT KADAR RAHAT ULAŞAMAZ’
“Oko”da da ilk kitabınızda olduğu gibi hikâyedeki temel çatışma iyiler ve kötüler arasında yaşanıyor. Bugün, siyasetten uzaklaştırılıp, edebiyat aracılığıyla kitleye ulaşan bir yazar olarak sanatın sosyolojik ve psikolojik bağlamını nasıl yorumlarsınız? Sizce okur, meydandan ya da kürsüden değil de, hücreden seslenen İdris Baluken’in mesajını alıyor mu/alacak mı? Ek olarak, bu romanın okuru, kitabı bitirdiğinde ne hissedecek?
Bu konuda ilk soruya verdiğim cevabın devamı olarak şunları belirteyim. Sanatın bireye ve topluma ulaşma gücü siyasete nazaran önemli avantajlara sahiptir. Yaşama bakış açıları farklı olan insanlara ya da kitlelere hiçbir güç sanat kadar rahat ulaşamaz. Siyasetin bireye ve topluma ulaşma gücü belli bir noktadan sonra önyargıların devasa duvarlarına çarpabilir. Sanat ise bazen tek bir sesle ya da bir melodiyle etkin birkaç sözcük ya da imgeyle dahi o duvarları aşma hüneri gösterir. Siyasetin buluşturamadığı ortak acıları, sevinçleri, heyecanları gerçeği çarpıtmama mahareti gösteren sanat pek ala buluşturabilir. Farklı mahallelere kümelenmiş insanların arasındaki sınırları ortadan kaldırabilir.
Okurun mesajı alıp almayacağına dair bir şey söylemem doğru olmaz. Ancak “Oko”nun anlatmaya çalıştığı merama her mahalleden insanların dikkat kesilmesini isterim. “Oko”yu koğuş arkadaşlığım boyunca hem sıradan bir köpek hem de gerçek bir ezilen, devrimci bir serüvenci, romantik bir âşık, özgürlük sevdalısı bir kahraman olarak tanıdım. Şimdi dışarı çıktı, dışarıdakiler onu nasıl görür bilemem. Umarım yolcularken uğurladığım gibidir!
“Oko”da çizdiğiniz dünya, Şirinler Köyü’nü andırıyor. Bir grup köpek bir arada yaşarken, kişiliklerinin farklı ve uyumsuz olmasına rağmen kimse kimseyi yargılamıyor. Aynı grup, barış ve huzur içinde yaşamını sürerken, insanlar gelip onları yok etmek istiyor. Buradan yola çıkarak, savaşların, sınırların, katliamların manasızlığına ve kötülüğüne vurgu yaparken, insanın kendiyle ve doğayla olan sorunlu ilişkisine odaklanıyorsunuz. Sizce insan, varoluşu itibariyle mi böyledir, yoksa kötülük öğrenilebilir bir şey midir?
Oko’nun dâhil olduğu dünyaya dair şirinler köyü tanımlamasını ilk sizden duyuyorum ve değerli buluyorum bunu. Şirinler Köyü her yaştan, her fikirden insana iyiliği, güzelliği, mutluluğu hatırlatan bir çağrışıma sahip ki, bu “Oko”nun yaratı amacına uygundur. İlk okuyanlardan başka başka tanımlayanlar da oldu. Örneğin insanların zulmünden, vahşetinden kaçıp kendi yaşam alanını örgütleyen Okogilleri, kölelerin sığınıp örgütlendiği Spartaküs’ün özgürlük kamplarına benzeten bir arkadaşım oldu. Eminim ki, kendi bilgi ve hayal dünyasında farklı bir yere oturtanlar da olacak. Edebiyatın ve sanatın gücüne vurgu yaparken tam da bunu ifade etmeye çalışıyordum.
Kötülük meselesine gelince, ben kötülüğün doğuştan gelen kodlarına değil, sonradan edinilen yanlarına inananlardanım. Bunun en primativ nüvelerine inildiğinde orada sahip olma ve hükmetme hırslarına rastlanacağını düşünüyorum. Kötülüğün zehirli bitkilerinin çoğunun bu iki melanet nüvesi üzerinden filizlendiği kanaatindeyim.
‘İYİYE VE KÖTÜYE DAİR HER ŞEY TOPLUMSAL HAFIZADA KALMAYA DEVAM EDER’
Kitapta hafıza mefhumunun, bu kavramın tarihsel karşılığının, güncel yaşamı biçimlendireceğini söylerken, özgürlüğe açılan kapının anahtarının burada olduğunu dile getiriyorsunuz. Unutmamayı, esaret hali üzerinden nasıl yorumluyorsunuz? En çok neyi hatırlıyorsunuz?
Unutmama eylemi, saklı tutulana biçilen değerle ilgilidir. Kötü olanı unutma, iyi olanı hatırlama meyilinin başka bir izahı olamaz. Meyil ne olursa olsun, iyiye ve kötüye dair her şey bireysel ve toplumsal hafızada kalmaya devam eder. Bundan ötürü gerek birey gerekse de toplum bazında hatalarla, kusurlarla, yanlışlarla yüzleştiğiniz ölçüde unutmanın ve hatırlamanın yaşamsal dengesini sağlayabilir, sağlıklı bir geleceği bunun üzerinden örebilirsiniz.
Esaret koşullarında unutmama gayreti, düşünsel ve duygusal anlamda kesintisiz bir yenilenme, çeşitlenme ve çoğalma çabasını gerektirir. Öyle ki, bazen bir beden içerisinde birkaç ruhu aynı anda taşıyacak bir diriliğe sahip olmalısınız. En çok neyi hatırladığımı söylemem bu açıdan pek mümkün değildir. Ancak şaşırtıcı bir şekilde doğup büyüdüğüm toprakları ve çocukluk yıllarıma ait anıları yaşamımın hiçbir döneminde buradaki kadar canlı ve taze anımsadığımı hatırlamıyorum.
“Oko”da geçen birkaç diyalog var ki, üzerinde özellikle durulması gerekiyor. Örneğin, “İnsanların kendi aralarında yaptıkları savaşlar, gerçekleştirdikleri katliamlar, soykırımlar sizce hangi düşüncenin varlığına tekabül ediyor?” cümlesi… Siz, kitabın yazarı olarak, bu soruya nasıl cevap veriyorsunuz?
“Oko” gibi ben de insanın insana, doğaya, canlılara yaptığı bütün katliamların temelinde doyumsuz bir mülkiyet ve hükmetme hırsının yattığına inanıyorum.
İki kitabınızın da en görünen ortak özelliği, kapitalizmin vahşeti üzerine odaklanması… Doğa talanı, barış düşmanlığı, sermayenin kirli çıkarları ve özgürlük kavramı, ele aldığınız konularınızı oluşturuyor. Sorun tespiti yapan yazar İdris Baluken’e, siyasetçi İdris Baluken ne tür çözümler öneriyor? Sizce kapitalizmin sonu gelecek mi?
Siyasete dair çizgisini demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigma üzerinden şekillendiren birisi olarak tespitlerinizi anlaşılır buluyor ve kitaplarımla ilgili varılan bu sonuçları olumluyorum. Kapitalizm kendi kuyruğunu yutmakta olan bir yılan misali hem sona yaklaştığını gösteriyor hem de kuyruğu yutmaktan vazgeçip tehlike saçmaya devam edebileceğini. Yılanın nihai akıbeti konusunda her birimizin istenci ve aklı çelişebiliyor. Kendi adıma sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya düşleyen herkese ve onların küçük, büyük her bir gayretine oldukça kıymet biçen birisiyim. İnsanı, toplumu, devleti tümden değerlendirmeyi esas alan uygarlık çözümlemelerine daha fazla yoğunlaşılması gerektiği kanaatindeyim. Kapitalizm dâhil olmak üzere, eril zihniyetin yarattığı bütün kötülüklerin çözümünün yeniden ana erkil topluma dönüşüm sağlanması durumunda mümkün olacağı fikrindeyim. İnsanlığın buna yakın olduğunu söylemek ise zor…
‘ER YA DA GEÇ KÜRTÇE YAZIP YAYIMLAYACAĞIM’
İlerleyen süreçte romanlarınızı Kürtçe yazma ve yayımlama hususunda ne düşünüyorsunuz?
Daha önceki röportajlarımda da bu konuya değinmiştim. Kürtçe yazı ve yayın konusunda akademik ve bilimsel yetkinleşme sürecine ihtiyaç duyduğumu hissediyorum. Gündelik konuşma dilini aşan bir yoğunlaşma gereksinimi var. Bu konu benim açımdan ulaşılması gereken bir hedef olarak duruyor. Cezaevi koşullarında Kürtçe mektupların dahi sansüre uğradığı bir ortamda bu hedefime ulaşmam gecikebilir. Ancak er ya da geç bu amaç gerçekleşecek.
‘YA YAZARSINIZ YA DA YAZMAMANIN SANCILI NÖBETLERİNE KAPILIRSINIZ’
Geçen sene sizinle yaptığımız röportajda, “Siyasetin sözü, bu nedenle daha hızlı değişime, dönüşüme açıktır, daha çabuk tüketilir. Edebiyatın sözü ise daha kalıcıdır, tarihe kazınma şansı daha fazladır” diyerek, siyaset ve edebiyat arasındaki ayrımın altını çizmiştiniz. Kısa zamanda iki kitap yazıp yayımladınız. Dışarıya çıktığınızda da edebiyata devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Edebiyattan bir okur olarak kopmam hiçbir zaman mümkün değil. Ne var ki yazı işi kalem emeği meselesi, iç dünyanızın ve dış dünyanızın etkileşim düzeyine bağlı. Nietzsche “Gerçek dünya, düşsel olandan daha küçüktür,” der. Bu sözün doğruluğuna inanan kişi sanat ya da edebiyat alanında üretmek için içeride veya dışarıda olmaktan bağımsız olarak gerçeği düş gücüyle ne ölçüde yoğurabildiğine bakar. Eğer o özelliğiniz kaybolmazsa yazı tutkusu bir süre sonra zorunlu bir gereksinimin içine sizi sokar. Ya yazarsınız ya da yazmamanın sancılı nöbetlerine kapılırsınız. Bir de yazdıktan ve okura ulaştırdıktan sonra duyulan tanımı zor bir haz verir. Bağımlılık yapan bu hazdan vazgeçmek pek kolay olmasa gerek!
‘DUVARLARI KARŞISINDA KALEMİMİZ BOŞ DURMAYACAK’
Selahattin Demirtaş’ın son öykü kitabını okuyabilme şansınız oldu mu? Olduysa, nasıl buldunuz? Demirtaş’ın öyküyü, sizinse romanı tercih etmenizin bir sebebi var mı? Bu türsel farklılığı nasıl değerlendirirsiniz?
“Devran”ın elime ulaşmasını sabırsızlıkla bekledim. Gelince de büyük bir iştahla okudum. Aynı paragrafın içine hem gözleri buğulandıran hüznü hem de mimikleri zorlayan tebessümü yerleştirmek maharet işidir. Aynı sayfada karşıt duyguları harekete geçiren zekâ ve yetenek dolu öyküler vardı “Devran”da. Demirtaş siyasette dil aracılığıyla kullandığı söz ustalığını, sanat alanına kalem aracılığıyla sözcük kullanma ustalığına çevirmiş durumda. Topluma diliyle ulaştırdığı umut ve güveni hücresindeki kalemle taşımaya devam etmesi oldukça değerli bir çaba. Yüreğinden akan mürekkebi bizim gibi toplumun büyük bir kesiminin de sevmesinden gayet memnunuz.
Öykü ya da roman tercihi gibi özel bir gayretimiz yok. Biz koşullara takılmadan yaşamaya, direnmeye, üretmeye devam ediyoruz. Yazdıklarımız üzerinden bundan herkes haberdar olsun istiyoruz. Sesimizi kısarak yüreğimizi, zihnimizi susturmaya çalışanlara kalemimizden akan mürekkep ile cevap veriyoruz. Zulümleri karşısında hakikati haykıran dilimiz susmamıştı. Duvarları karşısında da kalemimiz boş durmayacak.
Çokça okuma fırsatı buluyor musunuz? En son neleri okudunuz?
Okumak hapishane koşullarında yaşamsal bir zorunluluk diyebilirim. Yaşam açısından görünmez havanın değeri neyse burada görünür sözcüklerin değeri de odur. Okuduğum son üç kitap J. J. Rousseau’nun “İtiraflarım”, Erasmus’un “Deliliğe Övgü”, Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’ın Portresi”.
Yine geçen sene sizinle yaptığımız röportajda tek başına kaldığınızı söylemiştiniz. Koşullarınızda bir değişim oldu mu?
Aynı hücrede, aynı fiziki koşullarda kalıyorum ama tek farkla. Yanıma çok kıymetli iki arkadaş geldi. Dersim Belediyesi Eş Başkanımız Mehmet Ali Bul ve bağlaması. İkisinin de yaşamıma, zamanıma eşsiz katkılarını söylemeden geçemeyeceğim. Üçümüzün ruhu, yüreği avluda Kürtçe, Türkçe şarkılarda buluştu mu, görmeniz gerek! Hele bir de arada Selahattin Başkan’ın duruşmalar vesilesiyle kısa misafirlikleri oldu ki, onlar başlı başına yazılacak kitap konusu! Bu vesileyle Dersim, Çewlig, Amed başta olmak üzere onurlu yurtsever tüm halkımıza selamlarımızı iletmiş olayım.
‘KUTU BÜYÜKLÜĞÜNDEKİ DIŞ DÜNYADA DEĞİL, SONSUZ GENİŞLİKTEKİ İÇ DÜNYAMDA GEZİNİRİM’
Bir yazar olarak sizden hücrenizi betimlemenizi ve bir gününüzü anlatmanızı istesek yanıtlar mısınız?
Hücreme, mezar olması amaçlanan beton bir mahzen diyebilirim. Kapatılan dirilerin bağırtılı, gürültülü çırpınmalarına rağmen seslerini duyuramadıkları, duyumsanan çaresizlikle bedenen ve ruhen yok olmalarının amaçlandığı bir mahzen. Bu mahzeni sesimizle, melodilerimizle, sözcüklerimiz, dizelerimiz, imgelerimizle öyle bir süsledik ki hem direnişte bir umut yuvasına dönüştü hem de verimli bir atölyeye. İradenin, emeğin, inancın güzel ürünlerini biriktiriyoruz şimdilerde.
Daha önceki röportajlarımda da belirtmiştim. Buradaki hiçbir günüm diğerine benzemez. Çünkü gün içinde kutu büyüklüğündeki dış dünyada değil, sonsuz genişlikteki iç dünyamda gezinirim. Kâh bir uçurumun kenarındaki eşsiz güzellikteki bir vadiyi izler kâh koca yapraklı bir ceviz ağacının altında kitap okurum. Islak çimlere uzanıp göğün masmavi enginliklerine daldığım sık olur. Bir şeyler yazmak istersem ayaklarım ve beynim birlikte çalışmayı sever. Bu durumda dik tepelere tırmanır gürül gürül akan derelere yalın ayak aşarım. Bağlamayı en çok Bingöl dağlarının zirvesinde ve Munzur suyunun serinliğinde çalmayı severim. Özcesi sorunuza verecek kısa bir cevabım yok. Yazmaya kalksam sayfalar dolusu yerinizi ve saatler dolusu vaktinizi almam gerekecek. Buna hakkım yok, sanırım!
Bütün gün gökyüzünde kanat çırpan bir güvercine, bir paragraflık mektup yazacak olsanız ne yazardınız?
Dile gelmen ve bir gününü bize resmetmen mümkün mü? Seninle en güzel türküler eşliğinde dostluk ve sevgi dolu yüreklerimizle buluşmak istiyoruz. Avlumuzda ıslatılmış ekmek ve temiz su dolu küçük kaplarımız hazır. Yani anlayacağın kapılar kapanıncaya dek dertleşmeye varız biz…
Hazırladığınız yeni bir kitap çalışması var mı?
Biriktirdiğim notlar ve karaladığım müsveddeler var. Dışarı ile paylaşma işini dostlardan ve okuyuculardan gelen dönüşler belirliyor. “Üç Kırık Dal” öylesi bir beklenti üzerine yayımlandı. Ondan sonra gelen mektuplar ve bana ulaşan mesajlar o dönem koğuşumdaki tek ve vazgeçilmez arkadaşım “Oko”yu göndermemi sağladı. “Oko”dan sonraki dönüşler bakalım nasıl olacak. Çalışma notlarımın buradaki arkadaşlığını önemsiyorum. Dışarı çıkma zamanı geldiğinde, onlar da beni sıkıştırmaya başlıyor diyebilirim.
(GAZETE DUVAR 5 Tem 2019)